Etiketler

, , ,


SIRÇASylvia Plath ile Tezer Özlü oldum olası bana birbirlerini çağrıştırırlar ama hemen kendimi düzeltmek gereği hissederim, Tezer değil, Nilgün Marmara diye…

Bu üç kadının hepsi kendine has başka bir güzeldir benim için. Onları her düşündüğümde hastalık niteliğindeki ruh yapıları içimi sızlatır ama hiç hasta olmamış olmalarını da bir türlü dileyemem, bencilliğime hayret ederim. Onların o narinliklerini severim ama yine de garip şekilde dirençlerinin zayıflığına öfkelenirim. Sonra bir başka kadın düşer aklıma, şiirlerin dizelerini, yazıların satırlarını çamura şekil vererek muhteşem eserler yaratan bir kadın, Camille Claudel…

implorer

Implorer / Camille CLAUDEL

Sırça Fanus’u Kırmızı Kedi’nin yeni baskısından okudum. Kitabı elime aldığımda sadece Sylvia’dan otobiyografik kısımlar içerdiğini, Sylvia Plath’ın hastalığı ile ilişkili olduğunu biliyordum ama başlangıçtaki, New York’taki Esther ile biraz ters köşeye düşmüş oldum. Bitirdiğimde ise bunca yıl okumamışlığıma şaşırdım, öyle ki Sana Gül Bahçesi Vaadetmedim’den sonra beni bu alanda yazılıp da etkileyen, hatta daha fazla etkileyen bir kitap olmamıştı. Aslında psikolojik içerikli anlatımları çok sevmiyorum ve galiba sebebi birçoğunu abartılı buluyor olmam. Oysa Sırça Fanus’u dili ve anlatımı öne çıkarıyor. Sade, yalın bir dil ve herşeyden önce çok samimi bir anlatım. Esther’in New York’taki bir ayını anlatışı ile klinikte geçirdiği günlerini, başarısız intihar plan ve girişimlerini anlatırken hep aynı yakınlık, karakterin kendisine karşı olan mesafesi korunuyor. Galiba kitaptaki en çarpıcı yan, Esther’in hayatının kırılma öncesi ve sonrasını kendini yargılamadan anlatabilmesi, hastalığını anlamlandırmaya uğraşmadan yaşamasıydı ki, bu hastalığının çerçevesini çok güzel çiziyordu. Başta bahsi geçip sonra yok olan ve klinikteki günlerde ortaya çıkan Joan, Esther’in hastalığında yeni bir boyuta kapının açılması, bir basamak ileriye taşınmasıydı. Joan’ın tam da iyileşmişken intiharının bu hastalıktan kolayına kaçış olmadığının temsili gibi olması aklıma Norwegian Wood’daki Naoko ve Kizuki’yi aklıma getirdi.

Zaman zaman hepimiz kötü hissediyoruz kendimizi, bazılarımız uçurumun kenarına çok yaklaşıyor ve aşağıya yuvarlanmak için minicik bir sebep yeterli olabiliyor. Bazılarımız daha güçlü olabiliyor ve bu süreci yara berelerle de olsa kimi zaman atlatabiliyor. Sanırım etraftaki normal, hasta olmayanların hastaya yardım niyeti ile yaptıkları ve anlamaya çalışırken aslında ortada anlaşılacak bir şey olmadığını, nasıl ki bir gün kanser olduğunuzu öğreniyorsanız ruhunuzu normal dengesinden uzaklaşmış şekilde açık denize doğru sürüklenirken bulmanıza benzer bir durumla karşı karşıya  olunduğunu bir türlü anlamamaları, hastanın durumunu kendisinin beslediğini sanmaları her şeyi daha da içinden çıkılmaz hale sokuyor.

Nihayetinde şimdi elimde olsa hepsini alır, Virginia’yı da aralarına katar, Constance*’a emanet eder, Leman Gölü manzaralı birer odaları olmasını sağlayarak Cenevre’deki kliniğe yatırırdım. Her birinin kendi döneminde türlü çeşit tedaviler hastalıkları için uygulanıyordu ama sanırım günümüzde mevcut olan ilaçlarla belki iyileşemeyecek olsalar bile hepsinin ölümde aradıkları o biraz olsun huzura ruhlarının kavuşması sağlanabilirdi. İçlerindeki susmak istemeyen ses susunca biz de onlardan bir bakıma mahrum kalırdık ama yine de iyi bir iş çıkardı ortaya.

Öyle yani…

*Lawrence Durrell’ın Avignon Beşlisi’nin baş karakterlerinden biri, psikiyatr.