Bloga uğramayalı yine uzun zaman oldu. Yazmak, bir disiplin işi. Bu sıradan blog yazıları ya da günlük sayfaları olsa bile öyle. Bir bırakınca işin ucu kaçıyor. Eskiden, koştur koştur yazarken, elimde olan başka işleri ötelerken başkaydı. Uzun yıllar günlük tutup sonra hepsini bir günde yok etmiş ve bırakmıştım.
Neyse ki, blog elimin altında somut bir şey değil. Elbette onu da bir anda yok etmek mümkün ama yok sayıldığında varlığını hissettirmediği için, şimdilik sorun yok.
Bloga en çok kitaplar hakkında yazmayı sevdiğim bir gerçek ama son altı ayda okuduklarımın ancak herhalde onda birini yazmışımdır. Bunda iş değişikliğim önemli bir etken olmakla birlikte beni yazmaktan alıkoyacak kadar güçlü bir neden olduğunu söylemem zor. İllâ bir suçlu arayacaksam, suçu Bibliyomanyaklar’ın üstüne atıp kaçabilirim. Oraya ayda bir yazıyor olmak kesinlikle bloğa yazmakla aynı tadı vermiyor hatta okuduğumuz kitapların bende bıraktıkları itibari ile yazma isteğimi galiba köreltiyorlar. Oh… söyledim ve rahatladım. Yine de bir yanlış anlaşılma olmasın, Bibliyomanyaklar’ı ve orada olmayı hem seviyor hem de çok önemsiyorum ancak bana göre vasat kitaplar okumak zorunda kalmamız gerçekten bazen ızdırap verici olabiliyor. Halbuki, kitapları seçerken olanın en iyisini seçmeye çalışıyoruz ve galiba bu işin en acıklı tarafı.
Madem bugün buradayım tadını çıkarmalıyım ve size büyük keyifle okuduğum bir kitaptan bahsetmeliyim.
Yol kitapları benim için hep önemlidir ama son uzun yolculuklarımda deyim yerindeyse pek başarılı seçimler yaptığımı söyleyemeyeceğim. Oysa, uzun yolda okunan iyi kitap o yolun kendisi ile bana göre özdeşleşir. “İyi kitap nedir?” sorusunu duruma göre cevaplayayım, “Yolu çekilmez hale getirmeyendir.”
Neyse ki, sonunda galiba şeytanın bacağını kırdım. Bir süredir el çantama iki kitap koyarak yola çıkıyorum. Eğer birincil kitap önceden okumaya başlayıp beğendiğim bir kitap değilse, yani yolda okumaya başlıyorsam ve çuvalladıysam alternatifimin olması benim için rahatlatıcı oluyor. Elbette valizde diğer kitaplar da oluyor ama son yolculuktaki gibi aralıksız 10 saat uçuyorsam onların bana o zaman diliminde pek de faydası olmuyor.
Mektuplar’ı herhalde bir ay kadar önce almış, bir öğlen yemeğinde ilk birkaç mektubu okumuş ve sebebi bende kalsın, sonra kenara kaldırmak zorunda kalmıştım.
İstanbul – Boston uçuşunda aslında Mektuplar yedek kitap pozisyonundaydı, yani okumayı planladığım kitap kabak tadı verirse beni bir şekilde idare edecekti. Açıkcası alıp beni götürmesini beklemiyordum, nihayetinde söz konusu olan yetmiş yaş civarı iki adımın mektuplarıydı.
Olağan şekilde uçak kalkarken uyudum. Uyandıktan sonra bir süre eğlence sistemi ile cebelleştim. Tüm film kanallarında her tür filme, aksiyon dahil göz attım ve hiçbirinin ilgimi çekmediğini gördüm. Bu arada hostesler koridor boyu gelip gidip ufak ufak atıştırmalıkları servis etmeye başlamışlardı. Seyrederken daha önce Katherine Zeta Zones’lu versiyonunu bir başka uçak yolculuğunda birkaç yıl önce seyrettiğimi fark ettiğim ancak başka film aramaya üşendiğim için aşçılı bir filme başladım. Filmi seyrederken aklım Mektuplar’daydı. Sonunu bilsem de filmi bitirdim. Yemek faslı da sona ermişti. Tatlı yerken çoktan Mektuplar’ı çıkarıp okumaya başlamıştım. Sonrası saatler süren bir keyifti. Arada ancak bir saat kadar kestirdim. Buna rağmen ertesi gün jetlag olmayı başardım.
Mektuplar’a dönersem, taraflardan en az birini seviyorsanız muhtemelen size de en az benim kadar keyif verecektir. Yok, ikisi de benim favorlerimdendir , diyorsanız muhtemelen kaymaklı ekmek kadayıfı lezzetinde olacaktır.
Ben taraflardan biri olan Paul Auster’ın şimdiye kadar yazdığı her şeyi, İç Dünyamdan Notlar dışında, okudum. O da okunacaklar raflarında, Kitapların Evi’nde duruyor. Diğer tarafı, J.M Coetzee’yi galiba okumadım. Galiba diyorum çünkü Barbarları Beklerken ve Utanç bende var ama onlara dair hiçbir şey hatırlamadığım için okumadığımı varsayıyorum.
2008 yılında Şubat ayında, daha önceden bir şekilde birbirini tanıyan bu iki yazar, Adelaide’daki bir edebiyat festivalinde karşılaşmalarını takiben J.M. Coetzee’nin önerisiyle biraz da dostluklarını pekiştirmek için aynı şehirde yaşıyor olduklarını varsaydıklarında ikisi arasında geçmesi muhtemel konular üzerinde mektuplaşmaya karar veriyorlar.
İlk mektuplar “dostluk” kavramı üzerinde yoğunlaşıyor, iki erkeğin dostluğunun bir kadın ve bir erkeğin dostluğundan ayrıştığı noktaları irdeliyorlar. Bu noktada Paul Auster’dan alıntılarsam… aslında Paul Auster da Joubert’ten alıntılıyor:
Kişi sadece arkadaşlarını geliştirmekle kalmamalı, dostluklarını kendi içinde de geliştirmelidir. Dostlukların büyümesi, bakım ister, özen ister, sulanmak ister.
Joubert’ten devam…
Saygımızı kaybeden kişilerin dostluğunu kaybederiz.
Erkek olsaydı (burada benden ilave “kadın”) arkadaş olarak seçmeyeceğin bir kadını (erkeği) karın (kocan) olarak seçme.
Paul Auster’ın çocukluk çağı konusundaki saptamasını çok doğru buldum:
Çocukluk, yaşamımızın en yoğun dönemidir; çünkü o dönemde yaptıklarımızın çoğunu ilk kez yapıyor oluruz.
Komşunun bahçesinde ağaca çıkıp ilk kez dalından erik yediğiniz anı bir düşünün… Ömrünüzde yediğiniz başka hiçbir eriğin tadı eminim öyle olmamıştır, çünkü onda heyecan, korku, başarma, zafer ve tabii ki de dalından yenen eriğin tadı vardır.
Sonrasında mektuplar taraflardan birinin konuyu açması ve diğerinin konu ile ilgili görüşlerini dile getirmesi ile devam ediyor.
Neler hakkında yazdıklarını üşenmedim, liste yaptım. Buyrunuz…
Spor – spor kaybetmeyi öğretir, kaybedenlerin kazancı her zaman kazananlardan fazladır
Ensest
Rekabet
Ana dil
İsimlerin kişilere yükledikleri
Çağrışımlar
Sanatçının hayatının evreleri
Anti-semitizm / okur – yazar ilişkisi
Yaşam rehberi olarak şiir
Sanat’ın ölümü ve nedeni
Yemek yeme bozuklukları – bir kıskançlık sebebi olarak kilo almak / din açısından perhiz / erotizm ? dürtüsel ? nesnel ? à yemek
Törenler, dini bayramlar, ritüeller
Eleştiri karşısında yazarın tavrı
İsrail – Filistin sorunu
Basılı vs. e- kitap
Romanlarda kişiler ve mekanlar
Nathan Zuckermann ve Philip Roth
Hindistan’a seyahat
Ben okurken çok sevdim ve 10 saatlik uçuşu Paul Auster ve J.M. Cootzee’yi, bu iki entelektüeli dinler gibi keyifle geçirdim. Bu iki insanın farklı konulardaki görüşlerini okumak beni zenginleştirdi ve uzun zamandır okuduklarımdan bu şekilde beslenmemiş olduğumu fark ettim.
Öyle yani…
Oh Selgin, sonunda! Uzak kalmış arkadaşa kavuşmuş gibi oldum. 🙂 Yazmak için nasıl bir motivasyona ihtiyacın var düşündün mü? Belki cevap ordadır, neden yazmadığından ziyade..
Auster benim de en sevdiğim yazarlardan. Coetzee okumadım. Barbarları Beklerken’i ise okuma listeme almıştım. Distopya seviyorum.
Normalde yazarlar arası mektuplaşmalar ilgimi çekmezken yazınla enterese oldum. Bak gördün mü, iyi ki yazmışsın diye bir doz daha destek veriyor, kaçıyorum. Sevgiler..
Galiba genel ortam benim motivasyonumu kırıyor. Özellikle son haftalarda olanlar giderek umutsuzluğa sürüklüyor ve bu koşullarda okumak ve okuduklarını paylaşmak anlamsızlaşıyor ki bunu en çok savunanlardan biri olmuşumdur, fazladan bir kişiye bile ulaşmak hep değerli olmuştur ama artık bu çaba giderek ütopik bir çırpınışmış gibi hissediyorum. Bu yüzden içe dönmek doğru olmasa da güven verici geliyor.
Seni anlıyorum. Ve inan, tam da böyle bir konu üstüne dün yazmaya sarıldım, vazgeçtim. Olumsuzluğa bir kat olumsuzluk daha gibi geldi çünkü öfkeliydim, ama belki tam da bunun tersidir. Yazmaya paylaşmaya, içimize kapana ağlaya hayatı, ilhamı iyice durduruyor, küçük kaçış noktalarımızı iyice tıkıyoruzdur. Bugün üstüne bir daha düşüneceğim. Yazım çıkarsa beklerim.