Etiketler

, , ,


Dün olanları bu sabah idrak etmiş olmanın haklı gururunu yaşıyorum sevgili okur.

Meğer ben evde kendimi kaptırmış homofis usulü çalışırken başbakan 2018 hedeflerini açıklamış.

Homofis hayalim ama her seferinde ofise koşarak dönüyor oluşum da acı bir gerçek. Ne kadar asosyal olsam da gün boyu hiç kimsesiz neredeyse non- stop çalışmak (etraftakilerle arada geyiklememek, tuvalet için dünyanın yolunu katetmemek, öğlen yemeğe Kanyon’a gitmemek gibi) gerçekten bu bünyeye fazla geliyor.

Neyse ki bu sabah, BB kongreye gittiği için çocukların sabah okul servisini çekmek bana kaldığından trafikte geçirdiğim fazladan zaman içinde radyo dinlerken, ki bildiğin penguen kanalının eş zamanlı radyo yayınında başbakanın 2018’e yönelik eylem planını dinlerken derhal duruma adapte oldum.

Adaptasyon genelde acıklı bir süreçtir ama bu sabah ben, bildiğin gülme krizine girdim. Zira saat 08:00 civarı 1. Köprüde Çamlıca’ya gelmeden dur-kalk moduna geçmişken son maddeyi duyduğumda gayri ihtiyari soluma Metrobüse baktım. Açıkcası olağan yükü hafiflemiş, daha ehl-i keyiflere hizmet vermekteydi ve tıkış tıkıştı.

Ben bu neyin kafası, gerçekten merak ediyorum. Neyse, ben de istiyorum.

Bisiklet kullanımı özendirilecekmiş. Her gün Bostancı’dan Levent’e trafikte ızdırap çekmemek adına 06:30 da yola çıkıp, mesaiye 1 saat 30 dakika önce başlayan bir İstanbul, plaza garibanıyım. Yaşım olmuş 40, yok kalsın, almıyim, bi de yağmur ve çamurda olmayan bisiklet yollarında, TEM’de pedal çeviremeyeceğim.

İşte o anda, şimşek çaktı… işsizlik oranının 2018’e kadar nasıl düşeceğini anladım! Bir kısmımızı acayip bir şekilde ekarte edeceklerdi.

Sonra şehrin merkezinin sınırlarının neye göre çizileceğine takıldım. İstanbul’dan basediyoruz… Kozyatağı’nda da plazalar yükseliyor, Avcılar’da da insanlar iş yapıyor. Bir sabah uyanır da kendimizi şehir merkezi sınırları içinde bulur, hafta sonu bir cadde ötedeki simit fırınına gitmek için çıktıktan sonra eve gelirken şehre giriş parası ödemek zorunda kalır mıyız, bilemedim. Bir de neyle ödeme yapacağımız meselesi var, hgs geçecek mi? Genelde bara giriş ücreti ödediğimizden, aklıma ister istemez gelen bir soru daha giriş ücretine bir içecek dahil mi? Yani sabah gişeden geçerken karton bardakta bir bardak filtre kahve, çıkarken kaybettiklerimizi telafi etmez ama mesela sıkma portakal suyu var mı? Bu beyaz yakalının derdi… olmayan toplu taşımayı kullanmaya mahkum edileceklerin sorularına hiç girmiyorum.

Ben düşünce fırtınası içinde yolumu bulmaya çalışırken daha Altunizade’de Köprüden Önce Son Çıkış’a gelmemiştim ki, rahmetli babamın bir önermesini hatırladım.

Babam ben çocukken, ‘80lerin başlarına tekabül ediyor, İstanbul’a girişin vizeye tabi olması gerektiğini söylerdi. Bu söylemini yıllar boyu, İstanbul’un nüfusu artıp göç artık önü alınmaz hale geldikçe daha da artan bir tutkuyla dile getirmeye devam etti. Lisedeyken buna karşı çıkmaya başladığımda o, önermesini ilerletmiş ve oturma izni boyutuna getirmişti. İşi olmayana oturma izni verilmeyecek, gerekirse sınırlı gezinme izni verilecek ve sıkı kontrol edilecekti!  Aslında aklında olan ve açığa vurmadığı İstanbul’da sosyoekonomik düzeylere göre yerleşim birimlerinin kurulmasıydı. O zamanlar henüz bir takım yapı firmaları türeyip de gettolar inşa etmeye başlamamıştı. Genç yaşta, 51, 1996’da öldü. Şükür ki, şahsın sadece belediye başkanlığının bir kısmına denk geldi.

Söz babamın önermelerinden açılmışken, kendisi Diyarbakır nüfusuna kayıtlıydı ve bir öğretmen olarak 1968’de, 23 yaşında İstanbul’a gelmişti. İstanbul’da bir kişiyi bile tanımıyordu ve anlatmasına göre geceler boyu ayna karşısında “İstanbul Türkçesi” konuşabilmek için artikülasyon çalışmaları, özünde “beg” değil de “bey” diyebilmek için yapmıştı. (Ben onun halamla telefonla konuşurken olağan konuşmasının ritmini çok severdim). Cümle sonlarında geniş zamanda fiil çekimlerinde “r”yi yuvarlayıp “..yo” ile bitirdiğimizde çok kızardı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanmış, öğretmen okulu mezunu olduğu için denklik alması gerekmişti. Madem öyle, âlâsından olsun deyip zamanın ünlü okulu Pertevniyal Lisesi’nde denklik sınavına girmiş, lakin tek dersten diplomayı alamamıştı. “Her şeyde bir hayır var,” derdi. Neticede ’68 liydi…

Babamın bir önermesi de Güneydoğu Anadolu içindi. Derdi ki, “o topraklardan bir sürü müteahhit, sanayici, avukat, mühendis, öğretmen vs çıktı, geldi batıda medeniyeti gördü. Aslında brada görüp edindiklerimizi doğduğumuz topraklara taşımak hepimizin yükümlülüğümüzdür. Hepimizin köyümüzde birer evimiz olsa, yılın belli dönemlerinde biraz oralarda vakit geçirsek, her şey başka olurdu.” O bunları söylerken daha oralarda terör filan henüz yoktu.

Ben babamın önermesini biraz daha geliştirdim.

Sevgili okur, baktım yazı bir A4 sayfasını fazlasıyla geçmiş. Tam da en heyecanlı yerine gelmişken, senin dikkatin dağıldı diye, yapma artık 140 karakter üstünün tahammül sınırlarını zorladığını hepimiz biliyoruz, yazımın ultra projeme dair kısmının heba olmasını istemem. Öyle iddialıyım ki, dün açıklanan 9 maddeyi solda sıfır bırakır. Ne terör kalır, ne işsizlik… gayri safi milli hasıla tavan yapar… yarına vallahi açıklayacağım.

Yarın Cumartesi… ev ahalisi geç kahvaltı edecek. Ben de buna hazırlık yapacağım. Hamur mayalandı, simitleri yapayım, sabaha pişiririm. Bi de greniler var tabi… son beşe geldim, tığıma kuvvet… bitirecem kısmetse…

Boynumun borcu olsun yıllardır ancak çok güvendiklerime anlattıklarımı yarın yazacağım. Yok, vazgeçtim, boynumun borcu olmasın da, çocuklarım daha küçük, “dostların hatrına” diyeyim…

Öyle yani…