Etiketler
denemeler, kilo almak, kilo vermek, kitaplar, kurgu edebiyat, okumak, sanat kuramı, sosyoloji, şarap
Buralara uğramayalı uzun zaman oldu, hatta blog yazmaya başlayalı beri hiç bu kadar boşlamamıştım.
İlk blog yazma girişimim 2005 deydi, Blogcu’dan bir sayfa açmıştım kendime. Aklımdaki bir hikayeye blogda başlamak ve sonrasında her gün yazma mecburiyeti ile devamlılığını sağlamaktı. İlk gün hikayenin başlangıcını bile yapamadım ve o blog öyle kaldı.
Sonra 2011 de defter’ e başladım. Aradan altı yıl geçmiş, bu süre içinde sosyal medya evrilmişti. Misal 2005 te açtığım Facebook hesabımı bir ara askıya almış ama sonrasında kişiler arasında önemli bir bağ oluşturduğunu fark edip yeniden aktiflemiştim. Bu altı yıl içinde twitter icad oldu. Pinterest girdi hayatımıza, insanlar İnstagram’da her yaptıklarını fotoğraflamaya başladı. Hepsinden birer hesap açtım kendime.
Soğuk bir kış günü, 2010 sonuna doğru Lezetli Öyküler’in ilk öyküsü çıkageldi ve diğerleri onu takip etti. Nihayet yıllardır hayalini kurduğum şeye kendi çabamla sahip olacaktım, içinde yemek tarifleri olan öykülerden tekmil öykülerimi bir kitap olarak kendi imkanlarımla bastırdım. Burası burun kıvırma yeridir, benden söylemesi. Eli kalem tutanın yazdıklarını fazlasıyla önemseyip bunları kitaplaştırması öyle edebiyatımız açısından hoş karşılanacak bir şey değildir. Kişinin blog yazması neyse nedir de tutup bunu elle tutulur kitap haline getirmesi, getirenin yerilmesi adettendir.
Bu kısmı kısa kesip devam edeyim.
Oldum olası iştahlı birisiydim, yemek yemeyi sevmenin yanına o yıllarda bir de yapmayı ekledim. Şarapla olan diyaloğumuz ise daha eskiye 2000li yılların başına kadar gidiyordu. Akşamları işten dönüşte şarabımı açıyor, yemek pişiriyordum. Doktorluğu bırakmış olsam da diplomamı kullandığım yeni bir işte bir yılı geride bırakmıştım. Bol bol seyahat ediyordum, seyahatlerde de oldum olası sevdiğim, tutukuyla devam ettirdiğim okuma eylemini gerçekleştirebilmek için fazlasıyla fırsatım oluyordu. Yani, bir blog yazmak için tüm koşullar müsaitti ve ortaya karışık defter yaşama başladı. Seyahat, yemek, kitaplar ve gündelik hayat yazıları yazmaya başladım. Bastırdığım kitabımı duyurdum, yeni insanlar tanıdım. Sosyal hayata alıştıkça hoşuma gitti. Baktım paylaştıkça paylaşasım geliyor. Bazı günler bloga tek yazı girmek beni kesmiyordu ve ikinciyi girmemek için resmen kendimi zor tutuyordum. Anlatacak bu kadar çok şeyim olduğunu gördükçe hayretler içinde kalıyordum, meğer yıllarca içimde cevher taşımıştım, haberim yoktu.
Blogda geçen yıllarda çok şey öğrendim, farklı farklı insanlarla tanıştım ve güzel işler yaptık. Blogda öğrendiklerimi profesyonel hayatıma taşıdım ve o tarafta da emsallerinin ilkleri ortaya çıktı.
Gel zaman git zaman, blogda yıllar geçip yazılar biriktikçe, ben yemek yapıp yazdıkça, kitaplar okuyup onlara dair notlarımı kaydettikçe, bir uçaktan inip diğerine binip Vancouver’dan Sydney’ uzanan yolculuklar yaptıkça bir taraftan da kilolarımda bir artış oldu. Bir zaman sonra yazdığım yazılar bende, kendimde karşılık bulmadığını gördüm. Sanırım kırılma noktası kendim için değil başkaları okusun diye yazar hale gelmesiydi ve işin büyüsü, benim için çekiciliği orada kayboldu.
Ne yani, yaptığım yemek kimin ilgisini niye çeksindi ki? Halbuki çok ilgi çekiyordu. Öyle ki bir ara Fırında Patlıcan Kebabı’nın Google’daki ilk ismi bendim. Bir bakıma Patlıcan Kebabı kraliçesi oldum bile diyebilirdim.
Seyahat yazılarımda gittiğim restoranlara dair, şehirlere dair yazdıklarım gözüme çok snob gelmeye başladı.
Tamam gerçek hayatta tevazuya hep çok değer vermişimdir ve elimden gelen çabayı sarf ederim ama yine de ukala bir halim olduğunun farkındayımdır. Buna karşın blogdaki kimi zaman zirvelere çıkan ukalalığım sevimsiz geliyordu.
Yavaş yavaş yemek ve seyahat yazıları eksildi. Kitaplara ilişkin yazılarda ilk baştaki üslubu olabildiğince korumaya, yani kendi not defterime okurken yazdıklarımdan toplarlayarak yazmaya çalıştım ama okuduklarım hakkında yazdıklarım beni tedirgin ediyordu. Okurken tüm doyumsuzluğuyla açtığım zihnimin kıvrımlarını hiç tanımadığım ve bilmediğim insanlarla neden böyle ulu orta paylaşıyordum? Çok büyük düşünceler filan üretmiyordum elbette ya da yazdıklarım öyle çok matah şeyler de olmayabilirdi ama en çok kitaplar hakkında yazmak ben de mahremiyet duygumu kaybettiğimi düşündürmeye başladı. Kitaplar hakkında yazmaktan vazgeçmek “aman ha sakın yazmayayım” gibi değil de kendiliğinden bir çekilmekti aslında. Çünkü okuduklarım da değişmeye başlamıştı. Yıllar boyu kurguya tutkuyla bağlı kalmış, edebi çözümlemelerden sonsuz zevk almışken gündelik hayatın kurguda olmayacaklarla tıka bas dolması, içine alamayacakların taşması sanırım bu değişimdeki en önemli faktördü.
Ortaokulda Montaigne’in denemelerini edebiyat dersinde türünün klasiği olduğu için okutmuşlardı. Çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Bir arkadaşım çok sevdiğini söylerken bize gıcıklığına abarttığını düşünmüştüm. O arkadaşımın matematik okuduğunu, neticede çok da abartmamış olabileceğini söyleyebilirim.
Monatigne’in Denemeleri’ni tekrardan okumadım ama deneme türü benim ilgi çekici hale geldi. Özellikle de kurgularını sevdiklerimin yaşama, deneyimlere, hayata bakışlarına, okuduklarına dair okumak çok keyif vericiydi. Bunları farklı alanlardaki kuramsalların takip etmesi kadar olağan bir şey olamazdı.
İki alanın halihazırda özellikle ilgimi çekiyor, sosyoloji ve sanatla ilgili okumalar ağırlık kazandı. Doğal olarak bu okumalar aslında bir tür öğrenme serüveni, aldığım eğitimden tamamen ayrı disiplinler olmaları nedeniyle bir açıdan kurgudan daha heyecan verici. Okuyor ve gerçekten not alıyorum. Okuduğum kitapların sayfalarının kenarları öğrenciliğimde olduğu gibi en sevdiğim çalışma alanlarım. Okuduklarım üzerine düşünce üretmek için çok erken. Düşünce üretebilir hale gelmem mümkün olursa paylaşımın koşullarını yeniden değerlendirmek gerekecek gibi görünüyor.
Sosyal medya ile ilgili olumlu düşüncelerim yerini tereddütlere bırakıyor bugünlerde. Mahremiyet uzun zamandır kafamı kurcalayan bir konuydu ve temkinliydim ama Jonathan Franzen’in dediği gibi sosyal medyada mahremiyetimizi bizim paylaştıklarımız değil paylaşılan ve hayatımıza nüfuz eden paylaşımlar belirliyor, hatta mahremiyetimizi bunlar ciddi şekilde ihlal ediyor. Bu durumda ne yapmak gerektiğini belirlemek çok stratejik olacak gibi görünüyor. Bakmazsın, olur biterle çözümlenmiyor çünkü. Daha farklı ve belki de kişisel çözümler gerekiyor. Şimdilik arkadaş listesi konusunda oldukça katı olduğum Facebook hesabımı dondurmuş olmam, Instagram’a iki haftada bir sadece kendim paylaşımda bulunmak için girip çıkmam, Twitter’a sadece gündemde ne olduğuna kabaca göz atmak ne kadar doğru çözümler bilmiyorum.
Süreçler iyidir, insanların değişim olduğunun farkında önemlidir. Süreci illa töneten olmak gerekmez. Kişi farkındalığıyla süregiden değişime ayak uydurarak varlığını devam ettirirse kişiye artılar katar.
Tam olarak neyin sonucu olduğunu kesin söyleyemesem de okumalarla birlikte bedensel değişikiliklerin de olduğunu bitirirken söyleyeyim. Son beş yılda aldığım 7-8 kiloyu verdim, 10 kilo zayıfladım. Üç ayda oldu ve daha önemlisi beslenme şeklimde yaptığım değişikliğin kalıcı olabilme ihtimalinin işaretleri de oldukça kuvvetli şekildekiloların geri dönüşün çok mümkün olmayacağını gösteriyor. Uzun yıllardır birlikteliğimizi sürdürdüğümüz, yerine ne koyacağımı bilememekten uzaklaşamadığım şarap ile de artık aramızda seviyeli ve eskisinden çok daha kaliteli ve zevkli bir ilişki var.
Bu yazının son kısmının geri kalanından çok ilgi çekici olduğunun farkındayım ama ben orta kısımlarını önemsiyorum. Zayıflamakla ilgili sadece tek bir şey söyleyebilirim; vermek kesinlikle almaktan daha kolaymış.
Öyle yani…