Etiketler
Aalborg, astroloji, cezalı bilet, ilaç sektöründe çalışan doktor, Islak Köpek Kokusu, iş görüşmesi, odense, pandemi, treni kaçırmak, uçağı kaçırmak, şarap sandviç, şirket genel merkezi
Kopenhag, aslında bu seyahat dizisinin hem ilk hem de sonlarında yer alıyor. Kopenhag maceralarımı yine size iki bölümde anlatacağım sevgili okur.
Genel olarak yeme – içme konusuna hemen hiç girmiyorum. Kopenhag için bu kuralımı bozabilirdim ama merak etmeyin olmayacak. Okuyunca anlayacaksınız.
O zaman başlayabilirim.
BİR
Kopenhag’a ilk kez Ekim 2005’de gittim. Doktorluktan ikinci kez vazgeçmiştim ve bir Amerikan ilaç şirketinde çalışıyordum. Taze uzman hekimdim. Kariyerimin önü ilaç sektöründe açık görünüyordu ama ben sabredemedim, gençtim ve toydum. Altı ay sonra istifa edip aklımda kalan nöroloji uzmanlığına geri döndüm.
O altı ay içinde Münih ve Kopenhag’a iki kongreye ve Viyana’ya bir hafta sonu toplantısına gittim.
Kopenhag’ı oldum olası merak ederdim. Sonrasında kaç kere daha gittiğimi hatırlamıyorum, burada size ilk ve son kez gidişlerimi anlatacağım.
İlk gidiş telaşlı başladı. Kongreye bizimle giden doktorlardan bir grup havaalanına geç kalınca biz pasaport kontrolüne giderken şirketten bir bölge yöneticisi onları beklemek üzere kaldı. Uçağa bindiğimizde baktık, yoklardı ve öğrendik ki overbooked olmuşlardı (uçak şirketleri eskiden uçak boş koltukla gitmesin diye koltuk sayısının yüzde on fazlasını satarlardı. Herkes gelip check-in yapınca son gelenler uçağa alınmazdı, overbooked olurlardı). Başka uçak(lar)la aktarmalı geleceklerdi. Biz öğleden sonra Kopenhag’a vardık, otelimize yerleştik. Akşam yemek dönüşünde hala gelmemişlerdi ve onları ancak sabah kahvaltıda gördük. İstanbul – Roma – Kopenhag aktarmalı gelmişlerdi ve otele girdiklerinde gece yarısını geçmişti. THY, bu durumdan ötürü yolculara yanılmıyorsam 350 Euro gibi bir ödeme yapmıştı. Bizim bölge yöneticisi de heveslenmişti ancak onun bileti grup biletine ekstra verilen bedava bilet olduğu için havasını almıştı.
Rutin bir dünya kongresiydi. Nörolog olarak solunum ile ilgili konuların hiçbiri ilgimi çekmiyordu. İkinci gün gözüm sağ gözüm kaşınmaya başladı. Hafif sulanıyordu. Elimi götürmemeye çalışıyordum ama arada dayanamayıp kaşıdığım da oluyordu. Biraz kızarmıştı. Ertesi gün kızarıklık arttı, gözkapaklarım hafif şişti ve öğlen aynaya baktığımda gözümün iyice kapandığını, hatta bir de göz pınarımda iltihap olduğunu gördüm. Durum ciddiydi. Antibiyotikli damlaya ihtiyacım vardı ama biliyordum ki eczaneye gitsem reçetesiz alamazdım. Bunun üzerine şehirdeki hastaneye gidip reçete yazdırmaya karar verdim.
Her ne kadar gözümdeki enfeksiyon acil kriterlerine tam uymuyorsa da acilden şansımı deneyeyim dedim. Kayıt açtırdım ve beni bekleme salonuna aldılar. Geçmiş zaman hatırladığım kadarıyla kolu krıık bir kadın, tekerlekli sandalyede yaşlı bir adam ve kesintisiz öksüren bir çocukla birlikte yaklaşık dört saat bekledim. Bir ara kolu kırık kadını aldılar, ya muayene ettiler ya da film çektiler bilmiyorum, sonra çocuk bir yere gitti geldi ve biz yine dördümüz oturup beklemeye devam ettik. En ufak bir açıklama yapılmadı. İkinci saatin sonunda soracak olduğumda doktorun müsait olduğunda muayene edeceği söylendi. Doktor kimliğimi çıkarıp sadece reçete için burada olduğumu, zaten ne ilaç kullanmam gerektiğini bildiğimi söylemeye çalıştım ama pek kulak asmadılar. Dördüncü saatin sonunda beklemekten pes ettim, gittim dosyamı kapamak istediğimi belirttim ve biraz da yüksek sesle, “Anlamıyorum nedir bu gevşeklik, bu dört saat içinde üç trafik kazası, iki kalp krizi geldi de o yüzden mi bize bakan yok,” diye atarlandım ve tabii ki kimse umursamadı.
Tam Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi için Kopenhag Kriterleri’nin konuşulduğu zamandı. Mümkünse girmeyelim, dedim kendi kendime. Benim durumumda hangi ülkeden olursa olsun bir turist, Türkiye’de hangi hastaneye gitse en fazla bir saat içinde muayenesini olur, eczaneden ilacı alınır ve hatta oteline kadar bile götürülürdü. Ülkemin sağlık sistemi kim ne şikayet ederse etsin, tıkır tıkır işliyordu.
Otele gittim, üstümü değiştirdim. Gözüm artık tamamen kapanmıştı sadece aradan iltihap akıyordu. Peçete ve çantamdaki yara bandıyla gözümü kapadım, akşam yemeğinde kimseyi bu gözle rahatsız etmek istemezdim.
Akşam yemeğinden sonra arkadaşlarım bana eşlik ettiler, grup otele dönerken biz nöbetçi eczane aradık. Eczenedeki kişiyi doktor kimliğimle reçetesiz göz damalası vermeye ikna edebildim. Bana kloramfenikollü göz damlası vermişti. Çok bayılmasam da kabul ettim. Bir tobramisin, netilmisini tercih ederdim ama itiraz edecek durumda değildim. Hemen orada açıp damlattım. İki gün sonra İstanbul’a dönüşte göz doktoruna gittim. Kloramfenikol yüzünden korneam tahriş olmaya başlamıştı, tedavim değiştirildi, netilmisin ile gözüm birkaç günde düzeldi.
Kopenhag’a gitmemeye yemin etmedim ama bir daha gitmek için artık çok hevesli olmayabilirdim.
İKİ
Yaklaşık beş yıl uzman hekim olarak çalıştıktan sonra yeniden ilaç sektörünü denemeye karar verdim. Yeni işim bir Danimarka firması’ndaydı ve ilk seyahatim de Kopenhag’a oldu. Sonrasında üç dört kere daha farklı sebeplerden Kopenhag’a gittim ve hepsi gayet normal, olaysız geçen iş seyahatleriydi. On iki yıl içinde üç kere iş değiştirdim.
En son Kopenhag’a 2020, 20 Şubat’ta iş görüşmesi için gittim. Dördüncü firmamda çalışıyordum.
Şahsen işten memnunken de ara ara iş bakınmayı ve bazen de bana iyi görünenlerle görüşmeyi beyaz yakalı olmanın gereklerinden sayardım. Zira, işsizken iş aramak çok streslidir. İş varken daha iyisi denk gelirse, neden olmasın, diye düşünürdüm. Hele ki, kariyer beklentisi varsa mutluka göz, kulak açık olmalıdır ki, içinde bulunulan orgnizasyona bel bağlanmasın, pozisyon açılınca bir başkası bu pozisyona konulunca ağız açık bakakalınmasın.
Bir de benim hep bir yurtdışı pozisyon avlamak gibi bir durumum vardı. Her ne kadar daha eskilerde bunun için daha çok çaba sarfettiysem de arada tek tük başvurular yapıyordum. Kopenhag’daki pozisyon ilk çalıştığım şirketin genel merkezindeydi. Şubat ayının başında video görüşme yaptım ve hemen arkasından yüzyüze görüşmeye çağırıldım. Takvimimde 20 Şubat Perşembe uygundu, randevulaştık ve uçak biletimi aldım.
Eskiden olsa bu görüşmeye uçarak giderdim ama bu sefer kafamda deli soru işaretleri vardı. Yaşım kırk altıydı, beş sene öncesine göre mevcut düzeni bozmak, bambaşka bir coğrafyada ve kültürde var olmak artık gözümde büyüyordu. Çocuklar açısından istekli olduğum yurtdışında yaşama ihtimali belki de çocuklar için yaşları itibariyle çok da iyi fikir olmayabilirdi. Bir yıl sonra Kemal liseyi bitiecekti, Defne 12 yaşındaydı ve tam ergenliğe girerken kaş yaparken göz çıkartmış olabilirdim. Tüm bunları açık açık masaya yatırdım ama Kemal ve Necat mutlaka gitmem konusunda ısrar ettiler.
On dokuzunu yirmisine bağlayan gece telefonum saat 00:30 da çaldı. İşten bir arkadaşım arıyordu. Mesaj ve maillerimi görüp görmediğimi sordu, yok görmemiştim. Şirketin yönetimindeki bir krizden ötürü herkes, İstanbul dışında yaşayanlar dahil, sabah saat dokuzda merkez ofise çağrılmıştı. Telefonu kapattım. Mesaj ve maillere baktım, evet gerçekten öyleydi. Biraz da uyku sersemi olanları yanlış mı anladım acaba diye düşünürken kalakalmıştım. Acaba Necat’ı uyandırsam mı, diye düşündüm ama vazgeçtim. Adamcağız gece gece ne yapacaktı, yorum yapmak bile güçtü. Perşembe ve Cuma gününe izin yazmıştım ve yöneticim onaylamıştı. Merkeze gitmesem bile kanunen bir şey olmazdı. Yattım ama elbette uyuyamadım. Harikaydı. İş görüşmesine uykusuz gidecektim.
Sabah uçağım dokuzdaydı. Bu görüşme için aldığım siyah pantolon, krem rengi gömleği üstüne de çeyrek kol siyah hırka/ceket giydim. Evden saat 06:30 da çıktım.
Uçakta, kalkmadan işten güvendiğim bir arkadaşımı aradım ve üç saat telefonumun kapalı olacağını söyledim ama ne yaptığım, nereye gittiğim konusunda bir şey demedim. O da sormadı.
Uçakta içim içimi yiyordu. Ne olup bittiğini elbette çok merak ediyordum ama böyle durumlarda en iyisinin ölü balık taklidi yapmak olduğunu, belki de bu iki gün izinli olmanın tam da cuk oturduğunu düşünüyordum. Konudan aklımı uzaklaştırmak için kitap okumaya başladım. Rebecca Solnit’in bir kitabıydı. Fena gitmiyordu, kendimi zorlayarak da olsa kitaba odaklamayı başarmıştım hatta bazı yerlerin altını çizmek istedim. Çantamdan siyah pilot kalemi çıkardım ve açmamla foş… içindeki tüm mürekkep boşaldı. Üstüme gelmemişti şükür ama her iki elim de mürekkep içindeydi. Yanımda oturan yolcu hemen ıslak mendil açıp uzattı ama nafileydi, parmaklarım boyanmıştı, ne kadar silsem de leke leke iz kaldı. Daha fenası, mürekkep tırnaklarımın içine girmiş, diplerini simsiyah boyamıştı. Görüntü olarak berbattı ama tüm iyimserliğimle iş görüşmesinde konuşacak konu çıktı diye düşündüm.
Uçağım Kopenhag’a yerel saatle onda indi. Görüşmem saat ikideydi. Aradaki dört saat için plan yaptım. Havaalanı merkeze çok uzak değildi, gideceğim Valby ise merkezden taksiyle beş, trenle on dakika uzaktaydı. O zaman biraz havaalanında oyalanırdım, sonra da trenle Valby’e giderdim. Valby’de bir yer bulur, otururdum, bir şeyler yerdim. Sonra saç – baş düzeltir, makyaj tazeler ve yürüyerek görüşmeye giderdim. Süper plandı. Önce gittim, makinelerden tren biletimi aldım. O sırada bana yetmişine dayanmış teyzeler yardım etti. En küçük, 24 saatlik bilet işimi görecekti. Burger King’e gittim, kahve aldım, oturdum. Telefonumu şarj ettim. Google Maps’ten hangi trene bineceğime baktım. Saat on iki gibi havaaalanındaki istasyona gittiğimde peronda Google Maps’in bana söylediği tren duruyordu. Bindim.
Dediğim gibi havaalanı merkezden çok uzak değildi. Merkez istasyonda beş dakika durdu, insanlar koca koca valizleri ile bindiler, hatta ben başkasının kolyuğunda oturuyormuşum, yer değiştirdim ve tren hareket etti. Kısa sürede iyice hızlandı, bir gariplik hissetmeye başladım çünkü Valby çok yakındı, bu kadar hızlanmazdı derken tren Valby istasyonunu hızla geçti. Hop, hişt,hey… alo… diye içimde korkunç bir heyecan dalgası kabardı. Yanlış trene binmiştim, daha doğrusu merkez istasyonda bu trenden inip başka trene binmem gerekiyordu, onu anlamıştım ama ben şimdi nereye gidiyordum ki? Yanımdakilere sorunca bunun hızlı tren olduğunu, son istasyon Aalborg’a gittiğini, en yakında 1,5 saat sonra Odense’de duracağını öğrendim ve otonom sistemim patlama yaşadı. “Eyvah,” dedim “Biletim de bu trene uygun değil. Kol gibi ceza keser kondüktör,” demeye kalmadı ve kondüktör geldi. En zavallı, en düşkün halimle durumu açıkladım, resmen yalvardım, “Ben ettim, sen etme,” dedim ve gavur ellerinde hiç beklemezdim insaf etti. Odense’de kondüktör değişimi olacağanı, treneden inmemi bekleyeceğini, inmezsem en büyük cezayı kestirteceğini söyledi. Tamam, dedim, valla da billa da tamam.
Ceza meselesini atlatmıştım ama asıl önemli konu duruyordu, görüşmeye yetişemeyecektim. Hemen görmesini dileyerek görüşmeyi yapacağım kişiye durumu açıklayan bir e-mail attım. Önemli olmadığını söyleyen bir cevap geldi. Mailin tonlamasından ne kadar geç kalacağımı çok iyi anlatamadığım hissine kapıldım ve geçikmemin iki saat kadar olacağını, en erken dört gibi orada olabileceğimi, görüşmeyi iptal etmek isterse anlayışla karşılayacağımı anlatan bir e-mail daha attım. Gerçekten kendimi gerizekalı gibi hissediyordum. Kadın bineceği treni şaşıran birini işe almazdı herhalde. Berbat durumumun değişmezlerini kabullenince otonom sistemim devreden çıktı, bağırsaklarımın hareketliliği yavaşladı, terlemem kesildi, kalbim normal ritmine döndü, daha düzenli nefes almaya başladım. İşte yine bir şemsiye ile karşı karşıyaydım.
Sırtımı koltuğa yasladım, hatta iyice yayıldım. Necat’ı aradım ve olanları anlattım. “Kısmet,” dedi. Daha önce o bölgeye, Odense’ye gidip gitmediğimi sordu. Yok hayır gitmemiştim. “Gezmiş olursun,” deyince beni bir gülme aldı.
Şirkette olup bitenleri tamamıyle unutmuştum hatta umurumda bile değildi. Ne olmuşsa olmuştu, derken bir e-mail düştü posta kutuma. Şirketin yurtdışındaki büyük hissedarı, “Herkes işine baksın, biz de işimize bakıyoruz, sorun en kısa zamanda çözülecek ve size bilgilendirme yapılacaktır,” minvalinde yazmıştı. Ben de aynısını düşünüyrodum. Konuyu ben kafama taksam, ben kimdim ki, filan.
Odense’de törenle trenden indim. İçimde borazanlar çalıyordu. Koşarak terminal binasına gidip yeni bilet aldım. Dönüş trenindeki kondüktör muhtemelen anlayışlı olmayacaktı ve şansımı zorlamaya hiç gerek yoktu. Ben perona indiğimde tren geldi. Bu bindiğim hızlı tren değildi ama yine de gayet hızlı gidiyordu. Kondüktör geldiğinde sordum, evet bu tren Valby’de duracaktı. Biletimi çentikledi. Giderken yanlış trene bindiğimi söyleyince, cezamı ödeyip ödemediğimi sordu, gevezeliğime küfür ettim. Ödedim desem ceza biletimi sorar diye doğruyu söyledim. Battı balık yan giderdi. Kendisi olsa bana acımayıp cezamı keseceğini söyledi. Nedense artık iyice gevşemiştim.
Valby’de trenden indiğimde saat dörde geliyordu. Hava çok soğuk ve rüzgarlıydı. Fabrika ve genel merkez birarada olduğu için farklı giriş kapıları olduğunu hatırlıyordum. Geçmişte buraya iki kere gelmiştim. İlk kapıdan girdiğimde görevli ziyaretçi listesine baktı, giriş bileti gibi üzerinde adımın yazdığı barkodlu bir kağıt verdi ve ilerideki kapıdan gireceğimi söyledi.
İkinci kapı doğru kapıydı. Büyük bir lobisi vardı. Resepsiyon gidip elimdeki kağıdı verdim. Çok geç kaldığımı söyledim. Resepsiyondaki görevli kadınlardan biri beni yarım yamalak dinleyip ziyaretçi kağıdımı kenara koydu ve yanındakiyle konuşmaya devam etti. Lobideki koltukları işaret edip orada bekleyeceğimi söyledim. Kafa salladı.
Beklemeye başladım. Kapıdan giren, boynunda ya da belinde şirket kimlik kartı asılı herkese acaba beni mi almaya geldi diye bakmaya başladım. Bir ara tuvalete gidip saçımı taradım. Mücadeleden çıkmış gibi darmadağındım. Biraz daha bekledim, sonra dayanamayıp resepsiyona gittim, görüşeceğim kişinin ismini bir daha söyelip haber verip vermediklerini sordum. Hayır, haber vermemişlerdi, çünkü randevu saatim saat ikide olduğu için giriş değil çıkış yaptımı sanmışlardı. Konuştuğum resepsiyonistin isimliğine bakınca Türk olduğunu gördüm ve işte galiba o anda tüm direncim çöktü. Türkçe, elimden geldiğince içimdeki siniri sesime yansıtmamaya .alışarak “Zaten iki saat geciktim, kendisinin gecikmeden haberi var,” dedim.
Gelen ufak tefek kadın, görüşme yapacağım Laetita’ydı. Görüşme salonuna doğru yürürken bir kere daha bu sefer sözlü olarak gecikme için özür diledim. Endişemi anlamıştı. Aynı sürede, 2 saat görüşme yapacaktık. Gecikmenin görüşme üzerinde etkisi olmayacağını belirtti. İnsan Kaynakları da bizimle olacaktı.
Dediği gibi belirli bir düzen içinde görüşmeyi yaptık. Gelmeden bir envanter doldurmuştum, ki oldum olası bu kişilik envanterlerinde çuvallarım, İK o envanterde açıklık geirmek istediği konulara odaklandı. İşle ilgili olası senaryolarda yöneltilen soruları cevapladım. Bitimde Laetita Danimarka’da yaşamın güçlüğünden bahsetti. Kendisi Fransızdı, on yedi yıldır Danimarka’daydı ve bazı şeylere hala alışamadığını dile getirdi. Alacağı kişinin en az iki yıl orada olması gerekecekti. Ailecek bu konuları konuştuğumuzu, işi alırsam neden sorun olmayacağını anlattım. İki hafta sonrasında görüşemeye gelecekmişim gibi takvimimi ayarlamamı istedi. İkinci görüşmeye çağrılacaktım. Bu ikinci görüşmede ekibindeki insanların da olmasını istiyordu. Hatta seyahat planımı biraz uzun tutmamın, eşimle birlikte gelmemin ve burada biraz uzun kalarak günlük yaşamı gözlememizin iyi olabileceğini önerdi.
Bu aksilikler olmasaydı görüşmem dörtte bitecekti ve ben de en geç saat beşte şehir merkezine inecektim. Stroget’te dolaşmak istiyordum ve belki Peder Oxe’de yemek yerdim. İstasyondan çıktığımda hava kararmıştı ve soğuktu. Tek bir düşüncem vardı, otelimi bulmak. İstasyona yakın olabilecek en ucuz otelde oda ayırtmıştım, epi topu bir gece yatacaktım, olsa olsa 7-8 saati odada geçirecektim. Olaysız şekilde, karşıdan karşıya geçerken araba filan çarpmadan oteli buldum. Cabin oteldeki odam soyunma kabini kadardı. Rahat kanvas pantolon, kazak giydim ve dışarı çıktım. Stroget ve Peder Oxe’den çoktan vazgeçmiştim. İstasyon’daki marketten sandviç ve şarap alıp odama geri döndüm.
Yemek yerken evle görüntülü konuştum ve sonra şirketteki arkadaşımla mesajlaştım. O tarafta her şey toz ve gaz bulutuydu. Kimse yokluğumu fark etmemişti, görünürde benim için bir sorun yoktu.
Ertesi gün sabah erkenden uyandım, istasyonda kahve çörekle kahvaltı yaptım. Elli kere kontrol ederek havaalanına gitmek için trene bindim. Uçağı beklerken cebimde yıllar öncesinden kalan bozukluklarla bira aldım. Dönüş yolunun çoğunu uyuyarak geçirdim.
Pazartesi günü normal işime başladım ve konuşulanlara olabildiğimce kulaklarımı tıkadım. Benimle ilgisi olmayan olay(lar) hakkında konuşmayı, yorum yapmayı ve dinlemeyi hep çok gereksiz bulurum.
Yaklaşık yirmi gün sonra tüm dünya pandemi nedeniyle kapandı. Zaten bu görüşmeye daha çok Necat ve Kemal’in ısrarlarıyla gitmiştim, döndükten sonra da üzerinde çok düşünmedim.
Bir ay sonra Laetita mail ile olumsuz cevabını iletti. İstersem konuşabilirdik. Konuştuk. Cevabın gecikmesinin sebebi başlangıç aşamasında olan pandemiydi. Benim pozisyona alınamama sebebimin yetersizlik veya görüşmeye gecikmemle ilgisi olmadığını, hatta en güçlü aday olduğumu ancak pozisyonu Mayıs başında başlatması gerektiği için halihazırda Danimarka’da yaşayan birini almak zorunda kaldığını söyledi.
Hiç üzülmedim, hatta rahatladım.
Sonrasında antrenman olsun diye değil başka iş görüşmesi yapmak iş başvurusu bile yapmadım.
Yaklaşık bir yıl sonra astroloji danışmanıma 20 Şubat 2020’de neler olduğunu söylemeden bana o gün için haritada ne gördüğünü sordum. Zor bir gökyüzü görmüştü. “O gün evden çıkmamışsınızdır umarım, çıktıysanız da her şey ters gitmiştir,” dedi. Olanları anlattığımda, “Lütfen bir daha olursa böyle önemli günlerde, kararlarda mutlaka önceden konuşalım,” diye beni uyardı.
Öyle yani…
P.S: Peder Oxe’yi ve Kopenhag’ı yıllar önce yazmıştım. Meraklısına –> Peder Oxe https://wordpress.com/post/selginbiber.com/1432 Kopenhag https://wordpress.com/post/selginbiber.com/187