Etiketler
COVID 19, dostoyevski romanlarındaki ev merdiveni, Google translate, kuyrukta beklemek, Laboratuvar, Lviv, Lviv Ermeni Katedrali, Lviv Operası, PCR test, Rynok Buz Pateni, Rynok Meyadanı, Rynok Meydanı, Sivas International Airport, Ukrayna, Ukrayna'da erkek gezmesi, votka shot, yumurta Benedict
Bana bu diziye başlama ilhamını veren aslında bizim Lviv seyahatimizdi. Gidip geldikten sonra olanları kaç kişiye anlattığımı hatırlamıyorum. İlk başta bana yaşadıklarımız sürreel geliyordu ve belki de bu yüzden olabildiğince fazla kişiye anlattım. Bu seyahatin sonrasında bir senaryo kursuna yazılmıştım, kabul edildiğim hikayeyi değiştirip bu seyahatimizi senaryolaştırmak istedim. Üstünden zaman akıp geçtikçe ve anlattıkça yaşananlar olağanlaştı. Başladığım senaryo kursunu da zaten bıraktım. O ayrı bir yazının konusu olsun ve hatta başka fikirlerim var, onunla birlikte anlatırım.
Daha önce bir yerlerde, blogda olması aşırı muhtemel ya da Islak Köpek Kokusu’nda galiba, söz ettim. Pandemi olmasa Mart – Nisan arası beş seyahat filan yapmayı planlamıştım(k). Bunlardan bir tanesi de Budapeşte idi. Biz Necat’la Budapeşte’ye sanırım 2015’de gitmiştik ve eksik kaldı hissi ile dönmüştük. Mart Ayı sonunda ailece nereye gitsek diye düşünüyorduk, Kemal’in isteği ile Budapeşte’ye bilet aldık. Lakin Mart 13, 2020’de dünya pandemi yüzünden kapanınca Mart 27-29 tarihlerinde hafta sonu Budapeşte seyahatimizin biletlerini de açığa aldık. Konaklama neyse ki, iptal edilebilirdi, parası yanmadı. Açığa alınan biletleri bir yıl içinde kullanabilecektik. Ah, bu hastalık şeysi de o zamaan kadar mutlaka geçerdi ve biz de Budapeşte’ye illa ki gideriz diye düşünmüştük.
Öyle olmadı malumunuz. COVID bir yılda geçmedi. Ocak ayının sonuna doğru bizim biletler ne olacak diye düşünürken Necat girişte test istemediği için Lviv/Ukrayna’ya gitmeyi önerdi. Kemal ve Necat’a her Türk erkeğinin hayali olan Ukrayna’ya bizimle gitmek kısmetmiş. Giderken Necat’la anlaştık, Cumartesi akşamı ikisi birlikte kafalarına göre takılacaklardı. Bence olurdu. Ben de Defne ile oturur, film izler ve örgü örerdim.
Biz yılbaşının tam ertesinde Necat’la COVID geçirmiştik. Ben üç PCR negatiftim ama bir haftayı hiç yataktan çıkmayarak ve sonrasında 2-3 haftayı da güya iyi ama sürünerek geçirmiştim. Necat PCR pozitif çıkmıştı. Onun ilk başlarda durumu iyi iken sonrasında akciğerlerinde tutulum olmuştu ama bir şekilde hastaneye yatma ihtiyacı olmadan geçip gitmişti.
Türkiye’ye girerken PCR testine ihtiyacımız olacağını biliyorduk. Türkiye’den çıkarken yapılan testle girebilir miyiz diye çok araştırdım ama hiçbir şey bulamadım. Ukrayna bir uygulama yükletiyordu ve sigorta yapılmasını istiyordu. Hepimiz için sigortayı yaptırdım.
Gider de geri dönemezsek diye acayip endişeliydik. Halbuki şimdiye kadar ülkeden temelli gitmeyi ne de çok istemiştik. Necat bir akşam dedi ki, “Biz her ihtimale karşı çıkmadan test yaptıralım. Bazı COVID geçirenler hastalıktan sonra 6 ay pozitif olmaya devam edebiliyor. Azınlıklar ama ya biz de onlardansak? Gideriz, orada test yaptırırz ve BINGO! Birimiz bile pozitif çıkarsak, ayvayı yeriz.” Bence akıllıcaydı. Testler pzoitif gelirse uaçk bileti ve konaklama yakacak ve ‘kader buymuş’ diyerek gitmeyecektik.
Uçağımız Cuma öğleden sonraydı. Perşembe akşamı test verdik. Nasıl olsa Lviv’e iner inmez yendien yaptıracağız diye, yurtdışı çıkışı için paralı olandan yaptırmadık. Ukrayna’nın böyle bir talebi yoktu. Niye iki kere para verecektik ki? Bu testi sadece kendimizi garantiye almak için yaptırıyorduk. Eh tabi çok zorda kalırsak Lviv’den dönüşte de belki işe yarardı.
Pasaport kontrolünü geçtikten sonra dış hatlarda önce free shop a gittik. 35 lik bir şişe JB aldık. Defne’nin karnı acıkmıştı, öğlen vaktiydi, gidip Popeye’s’e oturduk. Bir litrelik kolası olan bir kova sipariş ettik. Bardakların dibine kendime ve Kemal’e birer, Necat’a iki parmak viski koyup üstünü kolayla tamamladım, kızarmış tavuğun yanında içtik. Arada açıp açıp test sonucu gelmiş mi diye bakıyorduk.
Tam uçağa binerken test sonuçlarımız geldi. Yüreğimiz ağzımızda o saate kadar beklemiştik. Şükür, dördümüz de negatiftik, artık gönül rahatlığı ile gidebilirdik. Endişemizin yerini uzun zaman sonra yeniden yurtdışına gitmenin coşkusu aldı.
Lviv’e varınca, “Terminalden ayrılmadan varsa PCR test verelim ve bu test verme işi kafamızdan çıksın,” dedik. Danışma olmayan danışma gibi bir yer bulup sorduğumda havaalanında test yapılmadığını öğrendim. “Peki, o zaman elimizdeki testler biz Lviv’den ayrılırken 72 sini doldurmamış olacak. Geçerli olur mu illa şehirde yaptırmalı mıyız ya da kime sorabiliriz” diye sordum, yüzüme boş boş baktı. İçimdeki coşku sönmeye başlamıştı. Bina içinde sola doğru ilerledim. Boştu. Daha fazla gitmedim. Şehirde testimizi yaptırırdık bir şekilde.
Airbnb’den hafta sonu için kiraladığım ev Rynok Meydanı’na çok yakındı. Dört kişi olunca her zaman daha ucuza geldiği için Uber çağırdık. Evin yakınında bir yerde indik. Evsahibi ile mesajlaştığımda yarım saat kadar sonra evi alabileceğimizi söylemişti. Evin karşı sokağındaki bakkaldan birer bira aldık ve diğerleri gibi biz de bakkalın önünde biralarımızı içip konuştuk. Konumuz PCR testi idi. Saat beş olmak üzereydi. Evi teslim aldıktan sonra test vermek için geç olacaktı. O yüzden ertesi gün bu işi halletmeye karar verdik.
Ev, eski bir apartmandaydı. Merdivenlerden yukarı çıkarken dikkatlice bastık adımlarımızı çünkü kenarları iyice aşınıp yuvarlaklaşmıştı, yer yer kırılmıştı. Dostoyevski romanlarında bu merdivenlerin yer aldığı söylense şaşamazdım, o kadar eskiydi. Ev sahibinin yönlendirmesi ile apartman içinde değişik koridor ve geçitlerden geçerek daireye ulaştık. Her adımda evle ilgili beklentimiz düşüyordu. Test sorunumuza bir de ev sıkıntısı eklenecek diye darlanmıştım ki eve ulaştık. İçeri girince de kaygımın yersiz olduğunu gördüm. Ev aynı fotoğraflardaki gibiydi. Restore edilmiş ve gayet şık, güzel döşenmişti. Geniş, açık mutfaklı bir salonu, iki büyük odası ve güzel bir banyosu vardı.
Kadına evle ilgili hemen hiç bir şey sormadım ama ertesi gün testi nerede yaptıracağımızı sordum. İngilizce bilmiyordu. Google translate aramızda tercümandı. Bize bildiği bir yer tarif etti, olası fiyatları söyledi. Şöyle ki iki test vardı, biri çabuk testti, 24 saatte sonuç veriyordu ve pahalıydı. Diğeri 48 – 72 saatte sonuç veriyordu ve yine pahalıydı ama diğeri kadar değildi.
“Sabah ola, hayrola,” dedik ve eve yerleştikten sonra dolaşmak için dışarı çıktık.
Ben sıcak kış şarabı içtim, Defne çikolatalı kruvasan yedi. Yorgunduk. Beynimiz, testi düşünmekten hamur gibi olmuştu. Markete girdik. En sevdiğimiz yiyecekleri ve içecekleri aldık, eve gittik.
Ben evde yemeği hazırlarken, yemekten kastım aldığımız sucukları doğramak ve sosisleri kızartmaktı, Necat da Youtube açmış Ukrayna’da PCR testi yaptırmakla ilgili videolar bulmaya çalışıyordu.
Yarı-tatlı bir şarap almışım, aslında tatlı sevmem ama bu su – şerbet gibiydi, insanın içtikçe içesi geliyordu. Günlerdir test konusunda öyle gerilmiştim ki, iki bardak içince çok iyi geldi.
Cuma akşamıydı, güya Necat Kemal’i alıp erkek gezmesine gidecekti. “Yarın şu test işini halledelim, hem Cumartesi akşamı daha güzel olur zaten,” dedi. Akşam yemeğini Youtube’da Ukrayna’da pandemiye ilişkin son videoları seyrederek yedik. Sonrasında içerek biraz daha oturduk ve kendi evimizdeki gibi saat onbir gibi yattık.
Yattık ama uyumadık. Önce ben uyuyamadım, sonra da Necat saat iki gibi uyandı ve uyuyamadı. Test meselesi üzerimize karabasan misali çökmüştü. Sanki sınırdışı edilmiştik ve yıllardır ne yapsak da topuklasak, uzaklarına gitsek dediğimiz ülkeye dönemeyecek olmanın tasası bizi kıskıvrak yakalamıştı.
Saat yedide çocukları uyandırdım, hazırlandılar ve saat sekizde evden çıktık. Şu test işini halletmemiz gerekiyordu.
Google’a baktığımda bir büyük uluslararası laboratuvar zincirinin Lviv’de de şubeleri olduğunu görmüştüm. Über çağırdık ve yakında olanına gittik. Cumartesi olduğu için gittiğimiz şube kapalıydı ve camda açık şubenin adresi yazıyordu. Bir başka Über’le bu sefer oraya gittik. Yol yaklaşık yarım saat sürdü. Bu sefer de bu şubede PCR bakılmadığını, antikor bakıldığını öğrendik. Saatler ilerliyor ve umutlarımız tükeniyordu. Çocukların karnı açtı. Elimde son adres evsahibimizin verdiği laboratuvarınkiydi. Durumu değerlendirdik, Google Maps’den kahvaltıya gideceğimiz yer ve laboratuvara baktığımızda birbirlerine yakın olduklarını, yaklaşık on beş dakika yürüme mesafesinde olduğunu gördük. Henüz öğlen olmamıştı. Önce test yaptıracak, sonra kahvaltı edecektik.
Laboratuvara ulaştığımızda önündeki uzun kuyruğu görünce dumura uğradık. Karşımızdaki görüntü doğru yerde olduğumuzu ama kuyruk ve camda yazılı fiyatlar bize bu işin çok kolay olmayacağını söylüyordu.
“Risk alalım,” dedim. “Elimizdeki Türkiye test sonuçlarıyla yarın uçağa binelim,” diye önerdim. Türkiye’ye henüz 72 saati dolmamış Türkiye’de yapılmış test sonucuyla gidemezsek büyük ironi olurdu.
Kahvaltı etmeye karar verdik. Yemek yiyince daha iyi düşünebilirdik. Kahvaltıcının önünde de uzun bir kuyruk bizi bekliyordu. Hava soğuktu ama çaresiz beklemeye başladık. İçeriden birileri çıktıkça yani masa boşaldıkça kuyruktan içeri sayıyla alıyorlardı. Kuyrukta beklerken de elbette testle ilgili konuştuk. Arkamızdaki çift de Türk’tü ve bize ne yaptığımızı sordular. Biz de olanları özetledik. Onlar Pazartesi akşam dönüyorlardı, zamanları vardı. Yakındaki laboratuvara çıkışta uğramalarını önerdik. Bizi peşpeşe içeri aldılar, birbirine yakın masalara oturttular.
Kemal Benedict yumurtalı bir kahvaltı ve Defne de kendisine pancake siparişi verdi. Ben ne yediğimi hatırlamıyorum. Siparişlerin gelmesini beklerken HES’te bizim test sonuçlarını açtım ve pdf dosyalarda dün olamayan “Yurtdışı Çıkışta Kullanılamaz,” ibaresini gördüm. Kalenin son duvarı da yıkılmış oldu. Bu ibareyle ertesi günü check-in’e gittiğimizde, kabul etmeyebilirlerdi.
Kahvaltı sırasında Necat’la diğer masadaki Türk, adı Efe’ydi, telefon alıp verdiler. İhtiyaç halinde haberleşmek gerekebilirdi.
Çıkınca yeniden laboratuvara gittik. Kuyruğun artık olmamasının sebebi saatin 12’yi geçmiş olmasıydı, saat 13:00 de kapanacaktı. “Biz normal değil hızlı ve pahalı olandan istiyoruz,” dedik. “Kalmadı,” dedi. “Peki normali ne zaman çıkar?” diye sordum. “Pazartesi saat 21:00 den sonra,” dedi. Bizim hiçbir işimize yaramazdı. Eve gidip bir çare düşünelim, dedik ve oradan ayrıldık.
Necat, Efe’ye mesaj atıp durumu anlattı, belki onlar şimdi test verirse uçağa binmeden bir ihtimal sonuçları çıkardı.
Eve geldiğimizde saat bir olmuştu. Necat, “Ben hallidecem, bir sakin olalım,” dedi ve kendine bir votka doldurdu, shot’ı kafaya dikti. Kemal’in avuçlarını sildiğini gördüm, belli ki onun da anksiyetesi tavandı, avuçları terliyordu. Masaya oturdum, kendime şarap koydum. “Ne yapabiliriz?” diye sorduğumda hepimiz Lviv’de tıkılı kaldığımıza emindik.
Necat, hastaneyi aradı, acaba laboratuvar rapordaki ‘yurtdışı çıkışında kullanılmaz’ (banner) ibaresini siler mi, diye. Bize döndü, “Bakalım, olacak mı? Bekleyeceğiz,” dedi. Hepimiz o anda uçak biletini yaksaydık da evde otursaydık, diye düşünüyorduk. Necat kendisine bir shot daha doldururken, “Siz çıkın dolaşın hadi. Ben oluyor mu, bekleyeceğim. Gidin akşama operaya bilet filan alın,” dedi. Tam o sırada aklıma süper bir fikir geldi. Acaba Türkiye’de biri bizim için gidip parasını verse ve test vermiş gibi olsa ama boş test verse ve tabi bu durumda negatif çıksa nasıl olurdu? Bu fikri uygulamak için güvenebileceğimiz birine ihtiyacımız vardı, aradım kendisi müsaitti. O sırada bunun ne kadar saçma olduğu dank etti. Dün Ukrayna’ya girmiştik, bugün Türkiye’de test vermi olacaktık ve yarın bu test sonucu ile yeniden Türkiye’ye girecektik.
Defne çok sıkılmıştı. Kemal, ben ve Defne dışarı çıktık, opera binasına gittik. İçerisini gezmek için saat üçe kadar beklemek gerekiyordu ama içimiz test konusunda şişik olduğundan beklemeye tahammülümüz yoktu. Ben gişede bilet almaya uğraşırken Kemal omzuma dokundu ve “Anne, biz napıyoruz ya… Sanki her hafta opera dinler, seyredermişiz, şu anda tek derdimiz bu kalmış gibi?” diye sorunca kendime geldim. Gerçekten bizde kafa opera seyredecek kafa kalmamıştı. Opera binasından çıktık. Miniso’ya gittik. Öyle dağılmıştım ki, Defne’nin aldığı saçma salak bir takım şeylerin parasını sesimi çıkarmadan ödedim. Eve döndük.
Evde Necat’ı biraz rahatlamış bulduk. Muhtemelen votkanın marifetiydi. Banner raporlardan kalkacaktı. Bu süperdi. Neyse artık daha fazla debelenmeye gerek yoktu. Bu olduysa olmuştu, işe yararsa yarardı. Gerisi şemsiyeydi. Raporlar geldi ama QR kodları yoktu. Benim şeytanın sürekli dürtüklediği aklım, bana “Ya bize QR kod sorarlarsa,” diye sordurduğunda bir anda her şey sanki tuzla buz oldu. O sırada Defne, Miniso’dan aldığı sürülüp çıkarılır ojeyi sürüp sürüp kazıyarak tırnaklarından çıkarıyordu. Şaka gibiydi. Necat, “Operaya bilet aldınız mı? Saat kaçta gidiyoruz?” diye sorunca bende kayış kopar gibi oldu. Ben ağzımı açmadan Kemal, “Baba ya…” dedi. Dışarı çıkmak hepimize iyi gelecekti. Zaten karnımız acıkmıştı. Gidip noodle yedik. Raynok’ta biraz turladık. Markete uğrayıp pişmiş Pizza2Go, bira, şarap aldık ve saat 19:30 gibi eve döndük.
Daha henüz kış devam ettiği için hava erken kararıyordu ve akşam saatleri ilerledikçe dışarıdan geln geçenin sesi artıyordu. Belli ki, Cumartesi akşamı sokaklar canlıydı ve hava soğuk olsa bile ortam oldukça sıcaktı. Arka odanın pencerelerinden biri Lviv Ermeni Katedrali’nin bahçesine bakıyordu. Hatta pencere çarmıha gerilmiş İsa’nın tam üstündeydi. Diğer pencere ise katedralin arkasındaki sokağı görüyordu. Perdeyi aralayıp baktığımda gezen neşeli, kaygısız insanları gördüm.
Necat gün boyu içtiği votka ve beyin yorgunluğu yüzünden uyumak üzereydi. Defne, “Güya gezmeye geldik, evde oturuyoruz. Gün boyu da test yüzünden gezemedik zaten. Yarın da döneceğiz,” diyerek söyleniyordu. Çocuk haklıydı, ne dese doğruydu. Bu eziyeti çekeceğimize keşke evde otursaydık, daha iyiydi. Kemal’le birbirimize baktık ve “Hadi,” dedik. “Dışarı çıkalım.”
Necat, evde kaldı. Üçümüz Raynok’ta buz pateni yapanları izledik bir süre. Sonra birkaç yere girdik çıktık. Bir sergi bulduk, onu gezdik. Defne için aşırı cinsellik içeren resimler sergileniyordu. Biz sergiyi gezerken o dışarıdaki hediyelik eşyalara baktı. Çıkışta ona bir tane topaç aldık. Epi topu iki saate kalmadan eve geri döndük.
Necat, kanepede yarı oturur uyuyakalmıştı. Onu kaldırıp yatağa gitmeye ikna ettim. Belki bu akşam güzel uyuyabilirdi. Çocuklar da ellerinde telefonları ile yataklarına gittiler. Ben biraz şal ördüm, dizi seyretmeye çalıştım ama benim de kafam kazan gibiydi. Dikkatimi seyrettiğime veremiyordum. En iyisi gidip yatmaktı.
Sabah herkes biraz daha rahatlamış uyandı. Olan olmuştu, yapacak bir şey yoktu artık. Elimizde ne varsa onunla uçağa binmeye çalışacaktık. Eşyaları, evi toparladık. Ev sahibiyle mesajlaştım. Anahtarı içeride bırakıp çıkmamızı istedi.
Kahvaltıyı kruvasanla yapmaya karar vermiştik. Bir gün önceden gözümüze kestirdiğimiz, buz pateni sahasına yakın olan yere gittik. Kruvasanlarımızı beklerken Efe’den mesaj geldi. Dün kahvaltı sonrasında verdikleri, sonucu 2 günde çıkacağı söylenen ve daha ucuz olan test sonuçları akşam sekizde maillerine gelmişti. Mideme resmen kramp girdi. Kocaman bir “Off ya…” çektim. Necat, gülerek, “Napacaksın, burayı da böyle görmek varmış,” dedi.
Uçuştan yaklaşık üç saat önce havaalanına vardık. Giden yolcu kapısından giriş yapıp kontuarların önüne geldiğimizde şaşkındım çünkü gelen yolcu çıkışı hemen soldaydı. İki gün önce bilseydik, bunu keşke diye içimden geçirdim. Zira ben giden yolcunun bambaşka bir yerde olduğunu sanmıştım. Kemal, “Sivas International Airport kadarmış burası,” dedi. “Yanılıyorsun ve haksızlık ediyorsun,” diye düzelttim. Türkiye’de neredeyse mevcut her havaalanını görmüştüm ve en küçüğü bunun üç katıydı.
Elimizdeki test raporlarının işe yarayıp yaramayacağını öğrenmemiz gerekiyordu. Havayolunun bilet satış ofisine yöneldim. Bankodakine bir raporu gösterdim ve sordum bu oluyor muydu? Sadece eliyle tarihi saydı ve olur anlamında kafa salladı.
Kontuar açılır açılmaz dibinde bittik, pasaportlarımızı uzattık. O sırada bilet satıştaki kız geldi kontuar görevlisinin yanına oturdu. Bakıştık. Raporlardan ilkini açtım. Bilet satıştaki kız bir şeyler söyledi. Kontuardaki, “Herkesinki aynı tarih mi?” diye sordu. “Evet,” diye cevap verince dördümüzün pasaport ve biniş kartlarını uzattı. Günlerdir süren kabusumuz bitmişti ve bu kadar kolay olması çektiğimiz kaygılardan sonra çok da sevindirmemişti.
Uçağa binmemiz, uçağın kalkması ve inmesi yeterli olmadı, ancak evden içeri girince gerçek aşlamda rahatlayabildik.
‘Bir daha mı, hele pandemi devam ederken hayatta da yurtdışına gidilmezdi.’ Bunu söylerken ne kadar içten gelerek söylediysek üstünden bir buçuk yıl geçti neredeyse ve artık ekonomik koşullardan ötürü birçoğumuz için yurtdışında hafta sonu geçirmek kocaman bir hayal oldu. Elbette böyle olsun, son yurtdışı tatil anımızın böyle kalmasını istemezdik.
Öyle yani…