Çocukken, doğaldır ki her çocuk gibi, hayaller kurardım. Benim hayalperestliğim diğer çocuklardan biraz fazla bile olabilirdi. Hayallerimin içinde o güne ait olanlar da vardı, otuz yıl sonrasına da. Bir de projelerim vardı. Aslında projelerle hayaller birbirine bağlantılıydı. Şimdi hemen aklıma gelenlerden biri ‘kutu kolada menekşe üretme’ projesiydi. İlkokulda filandım herhalde. Boş kutu kolaları toplayacak, sonra bunların içine bahçeden toprak koyup, hercai menekşe (kardeşim hercai menekşeleri çok severdi) tohumu ekecek, menekşeler çıkınca da pazarda satacaktım. Başladım kutuları toplamaya…(Aklıma lisedeyken şişe kola kapağı toplama maceram geldi). Başlarda kimse uyanmadı. Kutuların sayısı artınca iş ortaya çıktı, ortalık birbirine girdi. İstanbul’un dışında, küçük bir yerde oturuyorduk, dolayısıyla herkes birbirini tanıyordu. Babam, kızının böyle bir şey yapmasına müsaade edemeyeceğini, bir başbakanın ültimatom vermesi edası ile açıkladı. Kutuları toplarken, kendimi geleceğin çiçekçiler kraliçesi gibi görüyordum. Ben çiçekleri satarken herkes bunun ne kadar akıllıca olduğunu filan söyleyecek, beni çocuklarına örnek gösterecekti (Belki de o gün, örnek insan olma hayalim yıkıldı). Bir anda kutu kola tenekesinden yapılma tacımın yere düştüğünü hissettim. Elimde koca bir torba içi boş kutu kola, külah yapılmış gazete kağıdında çiçek tohumları kalakaldım.
Büyüyoruz ve hayaller giderek azalıyor. İşimiz gibi tek, görünüşte büyük, aslında küçük projelere adıyoruz kendimizi. İçimizdeki çocuk yavaş yavaş yok oluyor. Bir gün, en kötü noktaya geldiğimizde bir umutla onu arıyoruz ama bulamıyoruz. O zaman asıl umutsuzluk başlıyor.
Ben, nasıl yaptım bilmiyorum, galiba içimdeki çocuğa sahip çıkabildim. Mesleğimi bırakmamın ardındaki, övgüler aldığım cesaretim de aslına bakılacak olursa içimdeki çocuğun cesareti. Çünkü o çocucuğun kafasında hala projeler var. Öyle ki bir tanesi aniden filizleniverdi.
Dün, tam bir toplantı için masanın etrafında herkes yerini alırken, “Bir Doktorun Mesleğinin Bırakışının Sebepleri”ne gelen yorumları okuyordum. Bir meslekdaşım şöyle yazmış: “Keşke bizler de sizin kadar cesur, gemileri yakacak kadar güçlü ve sonuçta aç kalmayacak kadar yeni iş sahibi olabilsek. Bunu nasıl başardığınızı anlatmadığınızdan öykünüz eksik kalmış gibi. Herhalde ekmek fırını açarak olmadı bunlar.Tuzu kuru olduğunuzu söylemek istemeyiz, ama ….” Resmen dağıldım gülmekten. Tabii, neden güldüğümü merak ettiler. Haftanın birkaç günü ekmekleri taze taze yiyen insanlar olarak tebessüm ettiler. Birisi “Bakmışsın bir de harbiden satarmışsın ekmeği,” dedi.
Sonra neden olmasın, dedim. Bir konsept ekmekler zinciri açsam, mesleği bırakmak isteyenlere de franchise veririm, ücretsiz (Malum, tuzum kuru benim). Öyle büyük, şatafatlı olmasın, küçücük dükkanlar olsun (Meslektaşlar ticarete yeni atılıyor, kiralar el yakmasın). Bir de Bozcaadalı üzümcülerle de konuşuruz (Bunu anlamak için “Ya bir gün gelir de şarap içemezsek” yazısını okumak lazım). Dükkanın bir duvarına da küçük küçük, kare raflar yaptırırız. Taze, çeşit çeşit ekmekle birlikte beklemekten bayatlamış üzüm suyu satarız. ‘Yok olmaz…beklemiş, bayat üzüm suyu bizi bozar,’ diyen arkadaşlar tazesini satar, o da olur. Geçinir gideriz vallahi.
Benim durumum budur. İyi şiir okudu diye alkışlanan çocuk misaliyim.
Bugün 23 Nisan. İçimizdeki çocuk yaşasın ki, çocuklarımız ve torunlarımız nice 23 Nisan’lar görebilsin.
Evlere görev misali bayrak asmaktan önemlisi, çocuklara bayrak almayı unutmayın. Onların minicik elleri bayrakları tutup sallarken gözleri ışıldasın, dünyamız aydınlansın.
Çiçekler hepinize…