Etiketler
American Dream, çok çalışmak yetmez, bana şöhret gerek, cinayet, hadi köşeyi dönelim, intihar, Norman Mailer, para tanrı olursa, rüya tabiri, tanrı bizi görüyor mu
Amerikan rüyası: çok çalışma ile başarı, refah ve şöhretin yakalanabileceği fikrini savunan bir düşünce biçimi ve geleneğidir. Ancak 19. yüzyılın başından itibaren çabuk zengin olma fikri geliştikçe bu fikir de zayıflamaya başlamıştır. (Tanım Vikipedia’dan alınmıştır)
Yetmişlerde doğup 80lerde çocuk, 90larda genç olan bir nesilden geliyorum. Özal’ın Türkiye’yi Amerika’dan getirttiği prensleri ile yeniden, baştan yarattığı yılları yaşayıp, Türkiye’de ilk satılan American Eagle ayakkabı, Levi’s kot heyecanının damarlarımızda akışını hissetmiştik. Yediğimiz Big Mac’lerin köpük kutularını atmaz, okula sandviç götürmek için kullanır açma kapama yeri yıpranmasın diye özen gösterirdik. Eskiden herkeste benzer olanlar artık farklılaşırken bir önceki nesilin çok çalışarak başarılı olunacağı ve dolayısıyla da toplumda basamak atlanabileceği kanaati de yıkılmaya başlamış ve yerini köşe dönmenin yollarını aramaya, çok da çalışmadan bir an evvel zengin olmanın formülünü keşfetmeye bırakırken Türkiye küçük Amerika olma yolunda mesafe katetmişti. Elbette sonrasındaki süreçte Amerikan Rüyası’nın sadece iyi tarafları edinilmedi, toplum kendi beyaz ve siyahlarını yarattı, sapıklarını türetti, manyaklarını büyüttü, hırsızlarını yüceltti.
İkibinlerin ilk on yılı geride kaldığında ise kırklı yaşlarımıza yaklaşırken geçmişte her ne kadar iyi okullarda okuyup iyi işiler edinerek çok çalışmışsak da aylıklı halimizin bizi kölelikten öteye götürmeyeceğini çoktan anlamıştık. Bir zamanların rüyası henüz kabusa dönüşmemişti ama uyanmak ve gerçekliğin yaşıyor olduğumuzdan daha farklı ve daha iyi olduğunu görmek ihtiyacındaydık. Uyanamazsak cinnet geçirmemiz kaçınılmaz gibiydi.
Norman Mailer da Amerikan Rüyası adlı romanında aslında yukarıda anlattıklarımdan farklı bir tablo çizmiyor.
Kitabın kahramanı Stephen Rojack, 1. Dünya Savaşı’nda Almanlar’a karşı savaşmış ve kendisinin de pek anlayamadığı, üstün cesareti ile eve savaş kahramanı olarak dönmüştür. Ülkeye dönüşünün ardından Harvard mezunu Stephen Rojack’in hayatı değişmiş, önce siyasiler tarafından miting alanlarına sonrasında da genç yaşında kongreye taşınmıştır. Kongre macerası bir dönemin ötesine gitmemiştir ancak bu sayede ülkenin sayılı zenginlrinden birinin kızı olan Deborah ile evlenmesini sağlamıştır. Kongre macerasını üniversitede psikoloji alanında yaptığı çalışmalar takip etmiş ve kaçınılmaz olarak yükselen bir yıldız olarak televizyonda sansayonel programlar yapan bir talk-show ustasına evrilmiştir. Tüm bunlar olurken intihar etmekle cinayet işlemek arasında sürekli gidip gelen (I. Dünya Savaşı’ndaki kahramanlığı da bunun ürünüdür, aslında Stephen bir şekilde intihar ederek Almanlar’a saldırmış ancak içindeki cinayet işleme dürtüsü baskın çıkınca dört Alman’ı başarıyla haklamıştır) Stephen dengeyi aşırı tükettiği alkolle bulmuştur. Alkolün miktarının belirsiz olduğu bir gece Rojack, bir süredir ayrı yaşamakta olduğu karısı Deborah’yı öldürüverir. Karısını öldürmeden birkaç saat önce ise arkadaşının 10. kattaki evinin balkonundan aşağıya atlayıp atlamamakta tereddüt etmiş, balkon parmaklıklarında bayağı uzun süre asılı kalmıştır. Yüksek sosyeteye dahil, kendince aşırılıklarıyla müsemma karısını öldürmekle kalmaz cinayetine intihar süsü verir, çünkü Deborah yüzünden hapse girmeye hiç de niyeti yoktur. Oysa kitap boyunca hiç de azımsanmayacak miktardaki monologlarıyla Deborah’nın karşısında konuşuyormuşcasına onu öldürmekte kendi gerekçelerini sıralar durur. Polislerle Deborah’nın ölümü yüzünden ilk karşılaşmasında tesadüf eseri ünlü bir gansterin sevgilisi olan Cherry’le tanışması ve hatta polis merkesinde ifade verirken onunla tanışıklığını ileri götürerek ilişkisinin ilk adımlarnı atması Deborah’sız bir yeni hayata doğru giden yolun ilk kısmını oluşturur. Tüm bunlar olurken Almanlar’ı hakladığı gece olduğu gibi Deborah’yı öldürdüğü gecede de dolunay Stephen’le birliktedir. Dolunay Stephen’i adeta yönetmekte ve bir bakıma Stephen’in yaptıklarından ötürü sorumluluk duymamasını sağlamaktadır. Polisin Deborah intihar / cinayetini soruşturduğu takip eden 24 saat Rojack’ın bir tür baron olan Deborah’nın babası Barney Oswald Kelly ile görüşmesi ile son bulur.
Bazılarınız yazının başında anlattıklarım ile romanın konusunu ilişkisiz bulmuş olabilir. Aslında anlatmak istediğim artık Türk gençlerinin çoğunda çabuk yoldan şöhret, parayı elde edip sonrasında yapılacak getirisi yüksek bir evlilikle bu başarıyı taçlandırarak esas olarak tüm bunları hiçbir şey üretmeden nasıl daha çok tüketilebileceği üzerine kurulu bir zihniyet iyice yer ederken elbette bu kurgunun her bir aşaması kusurlar barındırdığı ve mantıksızlıklara sahip olduğu için hiç de azımsanmayacak sayıda, 3. Sayfaya yaraşır olaylar meydana gelmesinin oldukça olağan olması gerçeğiydi (Keşke kısa cümleler ile anlatabilecek kadar yetenekli bir yazar olabilseydim).
Norman Mailer, Amerikan Rüyası’nda ihtişamlı bir açılış yapıyor. Daha ilk sayfayı çevirip ikinci sayfaya geçerken anlatımın akıcılığı, cümlelerin kendine özgü sesi ile kendimi yazara teslim etmeye hazırdım. İlk bölümü neredeyse soluksuz okudum ve hatta ilk bölümün sonunu çok beğendim, ikinci bölüm için merakım kabardı. Beklediğim tempoyu ikinci bölümde kaybetmeye başladım ama ikinci bölüm sonunu da en az ilki kadar başarılı buldum. Okumaya devam etmekteki temel nedenim artık çarpıcı bölüm sonlarıydı ama gerek Stephen’in beni aşan dengesiz ve uç kişiliği gerekse romanın bütünündeki anti-feminist yaklaşım galiba kitapla arama mesafe koydu. Stephen’ın benim için baştaki çekiciliği sonradan kayboldu. Keyifle okumaya başladım, itiraf ediyorum zoraki bitirdim. Yine de rüyanın kabusa dönüşümünü anlatışı, şeytanın da aslında bir melek olduğunun altını çizişi bence başarılıydı.
Bizim rüyamıza geri dönecek olursam, kendi adıma ben rüyadan uyanmak istiyorum çünkü uzun zaman önce kabusa dönüştü. Tabi rüyanın içine hapsolmuş olmak da ihtimal dahilinde ki, bu rüyanın anlamı “gerçekten sonumuz iyi değil” demektir.
Öyle yani…