Etiketler
boğaz ağrısı, Davutoğlu, deli kadın hikayeleri, Dışişleri Bakanı, fal, kalan, kestane, The MArmara Hotel
Bugün anlatacaklarım kimi ne kadar ilgilendirir, bilemiyorum ama bunca zamandır okuyup takip ettiğinize göre yine yazdıklarımı okursunuz diye düşünüyorum.
Bu hafta benim için fazla çabuk geçti. Bak, cumartesi olmuş bile çoktan ve ben yine çalışıyorum. Şöyle söyleyeyim, bu hafatnın sadece iki gününü ofiste geçirdim. Bu sabah bir hamle yine ofise gitmeye kalkıştıysam da dakkasında ayılıp doğru yolu buldum.
Üç gündür The Marmara Otel’de bulunmaktayım. Kısmetse bugün buradan kendimi kurtaracağım ve yarını tamamiyle ev kadını modunda örgü örerek, yemek yaparak geçireceğim. Pazartesi yol var. Yol Antalya’ya. Bu dünyada hiç büyük konuşmayacaksın, adama lafını yedirirlerin bir örneği olarak gideceğim Ulusal Nöroloji Kongresi’ne. Bundan üç yıl evvel, 2009’daydı, kongreye gitmiş ve bir daha kolay kolay gelmem demiştim. O kalabalık, o hengame nedense boğmuştu beni. Belki de sırf o lafı yemek için bile şu anki işimi yapıyor olabilirim. İş nedeniyle artık bu kongreye gitmem kaçınılmaz. Şükür ki, konaklamam kongre otelinde değil, Antalya’nın en sevdiğim oteli Ela Quality’de.
The Marmara’ya perşembe günü öğlen giriş yaptım. Oda anahtarımı beklerken ekranlarda aynı gün TBMM’nin otelde toplantısı olduğunu gördüm. “Türk-Arap Parlamenterler 3. Tur Diyalog Görüşmeleri” yazıyordu. Sıradan bürokrat toplantısı olduğunu düşündüm. Oysa yanılmışım. Resepsiyonun orada avalak güvelek etrafıma bakınırken bir dokunuşla bir adım öne ve yana savruldum, “Hoop…N’oluyoruz!” dememe kalmadı yanımdan etrafında insan kalabalığıyla Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun geçtiğini gördüm. Yani anlayacağınız toplantı benim küçük aklımla küçümsediğim gibi bir toplantı değilmiş. Ömrümde ilk defa bir politikacıyı yakından görme şerefine de böylelikle nail oldum.
Resepsiyon görevlileri bir şey içmek isteyip istemeyeceğimi sorduklarında boğazımda hissettiğim kavurucu kurulukla büyük bir bardak soğuk su istemiştim. Davutoğlu’nun yanımızdan geçip gitmesiyle su geldi, kana kana içtim ama boğazımdaki kuruluk geçmedi.
Odama çıktım, yerleştim. Bilgisayarımı açtım, şirkete baplandım, yapmam gereken acil işleri bitirdim, blog yazımı yazdım. Boğazımdaki hissin kuruluktan batmaya doğru yol aldığını fark ettim. Pek dışarı çıkmaya niyetim yoktu ama önümdeki uzun akşam yemeği ve iki uzun günü göz önünde bulundurarak çıkıp penisilin almaya karar verdim. Zaten yanıma tarak almayı da unutmuştum. Kırk yılın başı sabahleyin saçıma fön çektirmiştim ya, tarağa da ihtiyacım olmayacak sanmıştım herhalde. Özbakımım öyle iyidir hani.
Neyse, ceketimi giydim, kaşkolumu sarındım ve İstiklal Caddesi’ne çıktım. Niyetim hemen İstiklal Caddesi’nin girişinde, soldaki eczaneden ihtiyaçlarımı alıp dönmekti. Lakin gördüm ki artık öyle bir eczane yok. Dedim ki, yürüyeyim aşağıya doğru, Galatasaray’ın oralarda bir tane daha olmalıydı.
Biraz yürüyünce bayağı ileride sağda eczane işareti olabileceğini düşündüğüm kırmızı bir tabela gördüm. Hava bayağı soğuktu, keşke kafama da koyacak bir şey olsaydı diye düşündüm. Biliyorum istersem hemen alabilirdim ama almadım işte.
Sağdaki sokakların birinde LED ışıklı tabelada “FAL BAKILIR” yazıyordu, gönlüm bir fal baktırmaya meyletti. Kestaneleri görünce dönüşte kestane almaya karar verdim. Seyyar Milli Piyango Bayisi bana zengin olmayı vaad edici bakışlarla baktı. Hepsine sonra dedim, dönüşte. Önce ilacımı almalıyım.
Eczaneye girdim, tarak aldım kendime. Kırmızı. Kırmızı olursa belki kolay kaybetmem diye umut ettim. O an dişmacunu almayı da unuttuğumu fark ettim. Eczane çırağına Pen-Os tablet ve Minoset Plus istediğimi söylediğim. Boğazım bana gece ateşimin çıkacağını söylüyordu. Sonra tezgahın üstünde Advil’i gördüm, fikrimi değiştirdim. Çırak, kendisinin de hastalara Advil’i tavsiye ettiğini, söyledi. Halsizliğim giderek artıyordu. Gerçekten sinirlenecek gücüm yoktu.
Yürüken Fal satıcılarından biri önüme atladı. İş olsun diye “Kaça?” diye sordum. “Yaparız uygun bir şeyler,” dedi. “Nasıl?” diye sordum. Bunu fırsat bilen bir oğlan “Biz kahve falının yanında Tarot falı veriyoruz,” dedi. İkna olur gibi oldum. “Yeriniz nerede?” diye sordum. Kafasıyla yukarıyı işaret ederek, “Üst katta,” dedi. Anında vazgeçtim. Aklıma annem geldi.
Eczaneden çıktıktan sonra belki bu zavallı halime acır da beni zengin eder diye Süper Loto kuponu aldım. Yedi liraydı. Yirmi lira verdim. Üç lirayı aldım, on lirayı almadan yürümeye yeltendim. Kafasına doladığı atkının üstüne Milli Piyango şapkası takmış, ön üst dişlerinden, sağ orta ikisi eksik milli piyangocu uyarmasa almadan gidecektim.
Biraz yürüdüm canım iyice kestane çekti. Boğazımdaki o ağrıyla yiyip yiyemeyeceğime aldırmadan beş liralık aldım, son anda beş lira yerine elli lira verdiğimi fark ettim. Kestaneci de fark etmişti ama hiç bozuntuya vermedi adi.
Bir yandan kestaneleri atıştırıp bir yandan da yukarı doğru yürürken dayanamadım bir kitapçıya girdim. Öyle dolanıp çıkacaktım. Leyla Erbil’in Kalan’ını ve Mine Söğüt’ün Deli Kadın Hikayeleri’ni alıp çıktım. Parayla daha önce düştüğüm yanılgıların öcünü almak istercesine kredi kartımı uzatıp, kasa görevlisi tutarı çekmeden yeniden cüzdanıma koymaya yeltendim. Şükür, “Çektiniz,” diye ısrar edip çirkefe yatmayacak kadar şuurum henüz yerindeydi. Yine rahat duramadım, yanlış şifre girdim. Anladım ki, benim direkt veya indirekt parayla olan ilişkimi bir süreliğine askıya almam gerekiyordu.
Otele varıp da sekizinci kattaki odama çıkar çıkmaz iki Pen-Os, iki Advil içtim ve kafayı vurup yattım. Önümde uzun ve önemli bir akşam yemeği vardı ve iki saate kadar bir nebze de olsa normale yaklaşmış olmam gerekiyordu.