Etiketler
25 yaş sendromu, eyvah 40 yaşımdayım, kız arkadaşlar, nesneler, sıra arkadaşım, yerleşik hayatlar
Yakın bir zamanda en sevdiğim kız arkadaşlarımla beraberdim. Biri dışında hepsini on bir yaşımdan beri tanıyordum. O biri ise lise ikide bizim sınıfa geldiğinde yanı boş kalan tek kız ben olduğum için yanıma oturandı. Hayatımın en dolu dolu geçirdiğim yıllarından biriydi. Birlikte Karamazov Kardeşleri okuduk, Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni tartıştık. Kızlardan bir başkası ile lise üçte aynı sınıftaydım ve aynı sırayı paylaşıyorduk. Hatırlıyorum yıllığa benim gelecekteki öykü kitaplarımla ilgili bir şeyler yazmıştı. Demek ki daha o zamanlar yazmaya dair kim bilir neler sayıklamışım, nasıl kızcağızın kafasını didiklemişim.
O gün laf döndü dolaştı 40 yaşımıza geldi. İçimizde henüz kırkını dolduran yoksa da elimiz kulağımızdaydı. Çoğumuz durumdan hoşnut değildi. Ben bir kere 45 yaş vartası atlatmış olduğum içi olsa gerek pek bir şey hissetmediğimi söyledim. Doğruydu, abartmıyordum. Defi doğduğunda 34 yaşımdaydım ama doğumdan bir hafta sonra katıksız en az 45 hissetmiştim kendimi ve normal yaşıma geri dönmem de kolay olmadı. Döndükten sonra da bu sefer hasretle 50 yaşımı beklemeye başladım. Hâlâ da bekliyorum.
Dün sabah gazetenin cumartesi ekinde 25 yaş sendromu diye bir yazı okudum. Üniversiteyi bitirmiş, belki de yüksek lisans yapmış ve kendini hayatının dönüm noktasında hisseden insanlarla ilgili idi. Aslında o dönemeci dönmek istememelerini, ileride karşılaşacaklarını çok da görmek istemedikleri anlatılıyor, kendi ağızlarından kişilerin endişeleri okura aktarılıyordu.
İster istemez kendi 25 yaşımı düşündüm.
Yirmi beşimi doldurduktan birkaç gün sonra evlenmiştim. Evlendikten 1,5 ay sonra o korkunç deprem olmuştu. Ben işsizdim, BB bir özel hastanede acilde çalışıyordu. Başımızda TUS belası vardı. Anadolu’ya filan gitmek gibi bir düşüncemiz katiyetle yoktu. İstanbul’u bırakırsak kaybetmiş olacaktık. Hatırlıyorum, bir akşam eski öğrencilik günlerimiz yâd etmek üzere Taksim’e gidiyorduk. Kadıköy’de vapura binmeden önce birer sosisli aldık ve o zaman BB’ye “Belki de hiçbir zaman böyle bir sosisli yiyemeyeceğiz. Yesek de bu tadda olmayacak,” dedim. “Nasıl yani?” diye sordu. “Her şey gün be gün değişecek ve biz de değişeceğiz. On yıl sonra bu sosisli aynı kalsa da biz çok farklı olacağız, o yüzden tadı değişmiş olacak,” dedim. “Abartıyorsun,” dedi. Halbuki benimki gayet minimalist bir durum değerlendirmesiydi. Sosisli sandviç satan büfe hâlâ orada duruyor, zaman zaman geçerken görüyorum. Hayatımız sonrasında öyle hızlı aktı ki, bir daha fırsat olmadı.
Tüm bunları neden anlattım? Kızların 40 yaş sendromu muhabbetinden sonra, gazetedeki 25 sendromu yazısından önce George Perec’in Şeyler’ini okudum.
Paris’te 60’lı yıllarda 30 yaşını henüz aşmamış, en fazla bir çift olmanın sorumluluğunu paylaşan, ancak günlük hayat yaşayan ve hayatlarını bir takım nesneleri elde edebilmek üzerinden anlamlandıran insanları anlatılıyordu. Bu insanlar tasasız, rahat bir yaşamın hayalini kuruyorlardı ve bu nedenle sürekli işlerden kaçınıyor, yarı zamanlı işlerde çalışıyorlardı. Sahip olmak istedikleri nesneleri elde edebilmeleri için nasıl bir efor sarf etmeleri gerektiğinden habersiz olmamakla birlikte pek de kendilerini yormak istemiyorlardı. Aralarından birileri yerleşik ve tam zamanlı düzene geçtikçe ihanete uğramış hissediyorlardı ancak ne yazık ki kum saatinin üst tarafındaki kum kaçınılmaz olarak azalıyordu ve Jeromé ile Sylvie ne kadar direnirlerse dirensinler sonunda daha düzenli ve sıradan bir hayatı kabullenmek zorunda kalırlar. Artık yirmi beş çoktan geride kalmıştır. Otuzlu yaşlar başlamış ve kırka doğru ilerlemektedirler.
Jeromé ile Sylvie’nin George Perec tarafından aktarılan hikayesi bende sanki ağzımda bir çakıltaşını çevirip duruyormuşum, en ufak bir dikkatsizliğim sonucunda dişimi kırabileceğim hissini uyandırdı.
Daha önce hiç Geroge Perec kitabı okumamıştım ama yazarın fotoğrafını muhakkak bir yerlerde görmüş olmalıydım. Şeyler’de en çok tasvirleri özellikle de ayrıntılı mekan anlatımlarını sevdim. Bazılarını dönüp dönüp okudum. Bir dahası ne zamana kısmettir bilmiyorum ama ikinci George Perec kitabı okumayı merakla bekliyorum. Bu ikinci kitap muhtemelen Paralı Asker olacaktır.
Öyle yani…