Etiketler
Belgrad gezisi, Islak Köpek Kokusu, margaret mazzantini, Penelope Cruz, Saadet Işıl Aksoy, Saraybosna, Selgin GB, Sen Dünyay Gelmeden
Belgrad seyahatimiz bu serinin en düşük profillisi olabilir. Yani, genel olarak bakınca öyle aman aman bir olay olmadı ama böylesi de elbette iyidir. En iddialı olanı daha başta yazsam sonra beklenti yükselir ve beklentiyi karşılayamamak bir blog yazarı için bile olsa çok hoş olmaz.
Yaratıcı yazarlık kurslarında nasıl öğretiliyor bilmiyorum ama ben okur olarak özellikle romanda ortalarda doruğa çıkılmasını severim. Başta zirveyi verip sonuna kadar okuru bağlamayı başaran yazarı da ayrıca takdir ederim. Zirveyi sona bırakmak bana çok riskli gelir. Okur benim gibi ukalanın biriyse muhtemelen buraya kadar kendisi türlü çeşit sonu yazmış olacak ve yazarın tercihini büyüğü olasılıkla yetersiz bulacaktır.
Neyse ki, bu yazı dizisinde bu tür endişeler taşımıyorum, zira sıralamayı tamamen tesadüfi belirledim. Bu satıra kadar yaptığım laf ebeliği ile de umarım bu bölüm için beklentiyi iyice düşürmeyi başarmışımdır.
Dünden beri düşünüyorum, biz aslında başta Belgrad’a gitmeyi planlamamıştık, plan başkaydı ve önce planı Saraybosna’ya çevirdik sonra da ne olduysa Belgrad’a karar verdik. Asıl niyetlendiğimiz yerin neresi olduğunu ise bir türlü bulamadım.
Belgrad’a Ekim ayında, Kemal’in TEOG senesi, yani 2015’de gittik. Hatta biraz sorumsuzca bir davranış sayılabilirdi, şöyle ki Kemal Kasımın ortasında ilk sınava girecekti. Azıcık bu işi ciddiye alsaydık sınava yakın zamanda bir haftasonuna bu seyahati planlamazdık. Bizim yaklaşımımızsa daha çok, “Yapacak çocuk yapar. İki gün ders çalışmayınca yapmayacaksa zaten yapamayacaktır. Hem de çocuğa moral olur,” yönündeydi.
Airbnb’den ev kiralamıştım. Lokasyona göre fiyatı çok uygun denk gelmişti. İki günlük maliyeti hatırlamıyorum, hatırlasam da çok anlamlı olmaz, iki tarih arasında parayla ilgili algımız çok değişti, hatta ben artık bir şeyin fiyatını duyduğumda düzgün yorumlayamadığımı bile söyleyebilirim. Ne diyordum evin yeri şahaneydi, Knez Mihailova’nın hemen arkasındaydı. Sokağın karşısında pastanesi olan bir Migros ya da o tür bir market vardı. Kahvaltıyı demek ki, kolayca halledebilecektik.
Geçmişte Margaret Mazzantini’nin Sen Dünyaya Gelmeden romanını okumuş, çok beğenmiş ve etkilenmiştim. Biliyorum, orada sözkonusuysa şehir Belgrad değil, Saraybosna’ydı. Hatta, film uyarlaması en iyi edebiyat uyarlamalarından biriydi. Penelope Cruz oynuyordu ve Saadet Işıl Aksoy Azka’ydı. Bosna Savaşı henüz çok gerilerde kalmamıştı ve hala hatırlanabilirdi. Kitap da, film de iç paralayıcıydı. Şimdi yazınca, ne alaka ne diyeceksiniz, kitaptan aklımda kalan şeylerden biri, en önemsizi, Cevapcici ‘ydi. Cevapcici, öyle aman aman büyütülecek bir yemek değildi ama unutmamıştım. Belki de romanda başlangıçta önemli bir sahnenin yancısıydı. Doğranmış soğan, acı sos, ayvar, köy peyniri ve kırmızı biberle sunulan bir tür köfteydi.
Evi teslim aldık. Gayet güzeldi. Lokasyonla övünüyordum ama baktığınızda Tarlabaşı ya da Yusuf Paşa’dan aslında çok farklı değildi.
Her zaman seyahatlerde “Nereler görülecek?” ödevini genelde çocuklara kakalamaya çalışırız ve onlar da hiçbir şey yapmaz. Eve yerleştikten sonra kısa bir liste yaptık. Karnımız açtı, önce yemek yemeliydik. Elbette, benim baskımla değil, Cevapcici yiyecektik. Sonrasında da plan Tesla Müzesi’ne gitmekti.
Bulabildiğimiz en yakın lokasyonda, fiyatı aşırı pahalı olmayan, köfte ne kadar pahalı olabilirdi ki, yıldızı 3 ün üstünde bir yere doğru yürüyerek yola çıktık.
Cevapcici, işte bir köfte çeşidiydi, daha çok İnegöl köfteye benziyordu. Biraz hayal kırıklığına uğradığımı bile söyleyebilirim. Kitaptan ötürü belli ki fazla beklentiye girmiştim. Ağzımdaki her Cevapcici lokmasında ayrı bi anlam bulacağım yanılsamasına bile kapılmış olabilirim.
Tesla Müzesi’ne gittiğimizde ise hüsrana uğradık, zira içerideki gruptan sonra kapanacaktı. Belgrad’da yapılabilecek belki kayda değer tek etkinlikten mahrum kalmıştık. Yönümüzü Skadarlija’ya çevirdik. Bir kafede oturup bira içip etrafı seyrettik.
Sabah erken kalkmıştık, yorgunduk. Eve gidip dinlenelim, dedik. Knez Mihailova, sabaha göre bayağı hareketlenmişti. Garip bir şekilde kendimi pek iyi hissetmiyordum. Başım ağrıyordu, içim bulanıyordu. Eve gidince paresatemol aldım, diğerleri tv seyrederken uyumaya çalıştım. Biraz dalmıştım ama fena bir bulantıyla uyanıp tuvalete koştum. Hafif ateşim de çıkmıştı. İçimdekilerden kurtulunca biraz rahatladıysam da yatmak istiyordum. Öğlen yediğim Cevapcici’den olamazdı, hem daha çok az zaman geçmişti hem de diğerlerinde en ufak sorun yoktu. Onları da telaşladırmıştım. İyi olduğumu söyledim. Biraz sonra daha iyi olacaktım. Bir tane daha biraz daha kuvvetli bir ağrı kesici aldım.
Gerçekten iki saate kalmadan daha iyiydim. Biraz halsiz hissediyordum ama ben de dışarı çıkmak istiyordum. Kemal acıkmıştı, Necat ondan daha fazla acıkmıştı.
Knez Mihailova kıpır kıpırdı. Nerede yemek yenileceğine karar verilemedi, benim lokma yiyecek isteğim yoktu. Sokak yemeği arıyorduk ama her zaman yediklerimizden farklı olmalıydı ve evin köşesindeki Yunan dönercisinde karar kılındı. Pita ekmeğinde verilen dönerin üstüne türlü çeşit salata, sos ekleniyordu. Bizimkiler Gyros’u çok sevdi. Onlar iştahla yerken ben mideme güvenemediğim, Defne de aşırı yemek seçtiği için biz onların iştahla birer tane yiyip sonrasında hızlarını alamayıp bir taneyi de bölüşmelerini seyrettik. Biz terchimizi marketten aldığımız krakerler ve yoğurttan yana kullandık.
Akşamı İstanbul’daki evdeymiş gibi herkes kendi kafasına göre takılarak geçirdik.
Geceyi görece daha iyi geçridim. En azından kimsenin uyanmasına sebep olmadım.
Ertesi gün Belgrad’ı yürüyerek dolaştık. Görülecek kilise, meydan, kule ne varsa atlamadık ama müzelere genellikle dışarıdan bakmayı tercih ettik. Belgrad ile ilgili aklıma kazınan en güçlü şey açık havada bile rahatsız edici olan sigara kokusuydu. Akşamüstü Sava kenarında bir kafede şarap içerek günbatımını seyrettik.
Sonrasında akşam yine Gyros’un kapısındaydık. Bu sefer birkaç lokma Necat’ınkinden yiyerek merakımı giderdim. Knez Mihailova’da bir tur attıktan sonra marketten biralarımızı alarak lokasyonu şahane evimize döndük.
Öyle yani…
P.S: Bloga yeniden yazmaya başladım çünkü yeni bir kitap yolda. Adı Islak Köpek Kokusu. Yazıların amacı da blogdan okurlara kendimi hatırlatmak. Bir önceki yazıyı yazdıktan sonra listelediklerimden başka dokuz yer daha geldi aklıma. Bu durumda hepsi birarada yeni bir kitap içeriği olabilir ama sonradan hatırladıklarımı merak edilsinler diye büyük ihtimalle burada yazmayacağım. Yeni bir macera başlıyor. Yanımda olmanız beni çok mutlu edecek.