Çocukluğumda Sabahat adında üç farklı kadın tanıdım. Bunlardan birini İğneler’de anlatmıştım. Daha doğrusu anlatmamıştım çünkü anlatacak kadar onu tanımadım. O, hatırladığım kadarıyla, İğnler’deki yorgan ignesinin olduğu öyküde yerini almıştı.
Kronolojik olarak gidersem, ikincisi aslında ilkiydi ve belki de bu ikisi eş zamanlıydılar. Apartman yöneticisi olan Sabahat, yüzünün derisi kırışmaya başlamış ve hafif sarkmış, sesi sigaradan çatallı, saçları kuzguni siyaha boyalı, siyah kalın çerçeveli gözlüğünün camları yeşil olandı. Birinci katta otururdu ve biz üçüncü kata inip çıkarken her gün en az bir kere kendisini görürdük. Bizim evimiz ana caddeye, onun evi arka sokağa bakardı. Yazları Çınarcık’ta bir pansiyonda geçirirdi ve hiçbir mantıklı açıklaması olamamasına karşın bana nedense Zeki Müren’i hatırlatırdı.
Annemle babamın yetiştirme yurdu lojmanından sonra kiraladıkları o apartman dairesinde yedi yaşıma kadar oturduk. Sonra Pendik Burnu’nda inşaatı henüz tamamlanmamış kendi evimize taşındık.
Üçüncü Sabahat da yeni apartmanda komşumuzdu. Sabahat Hanım Teyze.
Müteahhit bir bakıma kaba inşaatı tamamlamış, sonrasında parası bitince de yarım bırakıp gitmişti. Yetmişlerin sonu, seksenlerin başındaydık. Babam daha fazla kira vermek istemiyordu, evin eksiğini annemi elinden geldiğince hoşnut edip hayal kırıklığını gidermeye çalışarak tamamladı ve taşındık. Apartmanın bodrumu su doluydu. Ön bahçesinde beton karma makinesi, arka tarafta da kum eleği ve bir öbek kum duruyordu. Babam bahçenin bizim dairenin olduğu yan tarafına hem gölge versin hem de çok yakın bitişik apartmanla aradaki görüşü kessin diye ceviz ağacı fidesi dikti.
Bir süre adı bile olmayan bu apartmanda tek daire olarak oturduk. Sonrasında herkes kendi dairesini yavaş yavaş tamamladı, ortak kısımlar da birlikte para toplanarak yaptırıldı ve şekil olarak oldukça düzenli bir apartman oldu.
Son gelen karşı sıradaki dairelerin en üstündeki manzarası en afilli olan daireye taşınan Sabahat Hanım Teyze’ydi. Eşyası kendisinden önce geldi, yerleştirildi. Bir gün kapıya bir Mercedes yanaştı ve içinden saçları sarı ve dalgalı, kıyafetleri havalı, yaşına göre yüzü bize göre oldukça makyajlı, kucağında gece kadar siyah tüylü ve oyuncak ayıların gözünden daha turuncu gözlü bir köpekle bir kadın indi. Çıkmaz sokağımızda olağanüstü bir gündü. Asansörsüz apartmanımızda bu hanım en üst kata çıktı.
Kısa zamanda apartmanın kadınlarının edindiği malumata göre Yeşilköy’den taşınmıştı. Apartmanın arsa sahibiydi, ki bu da apartmanın en güzel dairesinin onun olmasını açıklıyordu. Adı Sabahat Gökhan’dı. Herkes yeni komşuyu merak ediyordu. Hem merakı gidermek hem de apartman komşularının kendisine kucak açtığını göstermek için “Hoşgeldin”e gidilmesi planlandı. Apartmanın hanımlarını ziyaret öncesinde öncesinde köpeğin olduğu evde yapılacak ikramları ne yapacakları endişesi sardı. Bu biraz da bizlerin konuyla ilgili cehaletinden kaynaklanıyordu çünkü sanki o siyah kaniş o evde pişen her şeyin içindeymiş gibi bir önyargı vardı. Ziyaret sonrasında komşular hemfikirdi. Sabahat Hanım görmüş geçrimiş birisiydi, kendilerinden farklıydı, kadıncağız ömrü boyunca alıştığının dışında bir hayata başlarken kendisine yardımcı olunacaktı. Madem ki, mekanın asıl sahibi gelmişti, apartmana onun soyadını vererek komşular hürmetlerini gösterdiler. Gökhan Apartmanı’nda on dört yıl oturduk.
Orfe, benim evde bakıldığını gördüğüm ilk köpekti ve sanıyorum tüm mahalle için bir ilkti. Zaman içinde herkes alıştı. Hatta başlarda Sabahat Hanım Teyze’den gelen kandil paylaşımları filan el sürülmeden sırf bu tiksinti, endişe yüzünden çöpe giderken aylar yıllar içinde aslında çok lezzetli olduklarının keşfesilmesi ile takdirle karşılanmaya başlandı.
Annem için evde köpek ya da kedi olması kabul edilemezdi. Ben hep temizlik yüzünden olduğunu sandım ve görünen sebep oydu. Şimdi, hele hele eve can eklendikten sonra anlıyorum ki, temizlik bu reddedişin görünür, kabul edilebilir olan kısmıymış. Yaşanmadan anlatılması, tarifi mümkün olmayan bir sevgiymiş ve daha fazlası sorumlulukmuş. Temizlik kısmına gelirsek zaten onlar bizden çok daha temizlermiş.
Ebeveynlerimizden sadece biyolojik özellikler almıyoruz. Babamın fikri neydi, pek hatırlamıyorum ama annemin birçok konuda olduğu gibi bu konuda da görüşü kesin, hatta keskindi. Hayvanlar sevilmezdi, korkulurdu, onlardan uzak durulması gerekirdi. Ben çocukluğum, hatta erişkinliğimin bile büyük kısmında da hayvanların, vahşi doğada değil de şehirde yaşadığımız için sokak hayvanlarının bana hep zarar vereceklerini düşündüm ve hatta sahiplilerden bile ölesiye korkardım. Yanımdan kedi geçse duvarın üstüne zıplar, avazım çıktığı kadar bağırırdım. Sokakta köpekle karşılaşsam beni ısıracağından kesin emin olduğum için yolumu değiştirir, neden böyle başı boş bırakılmış dolaştıklarına anlam veremez, birileri bunları neden ortadan kaldırmıyor, götürüp bir yere koymuyor diye düşünür ama o bir yerin neresi olacağını, orada o hayvanların ne koşullarda olacağını düşünmezdim. Yeter ki, ben sokakta rahat yürüyebileydim, olmasalar da olurdu.
Biz kendimizi insan olarak ayrı bir yere koyuyoruz ya, çok da yanlış değiliz. Biz ne hayvanız ne de makineyiz ama aslında bir çok yönden hayvanlar kadar bile değiliz ya da makineler kadar iyi donatılmamışız. Şöyle ki, ben insanın hayvanla birlikte yaşamı sürdürdüğünde daha güzel olabileceği bilgisinden mahrum olarak hayatımı geçirmişim. Kitaplarda ya da bir yerlerde yazması, birilerinin ağzından çıkması hayvan sevgisinin toplumda yerleşmesini ne yazık ki sağlamıyor. Bizim sokaktaki hayvanlarla birlikte yaşama, şehir hayatını onlarla sürdürme bilincimiz gelişmedikçe, birlikte yaşamayı karşılıklı kabullenmedikçe hayvan sevgisini aşılamaya çabalamak, bu sevginin varlığını ya da yokluğunu tartışmak anlamsızlaşıyor. Diğer taraftan biz, bu ülkenin insanları birbirimize bir türlü katlanamazken tüm bu beklenti bana aşırı ütopik de gelmiyor değil.
Sabahat Hanım Teyze, Pendik Burnu’nda bizim çıkmaz sokağa Yeşilköy’den ve zamanın İstanbul sosyetesinden bir bakıma sürgün gelmişti. Bizim apartmanın üstünde yükseldiği bir dönüm bile olmayan toprak parçası vaktiyle çok zengin olan kocasının çok sayıdaki arsalarından yalnızca biriydi. Kocası hayattayken çok ihtişamlı bir hayatı varmış. Kuaförü daimi evine gelir, her ay kendisine verilen bütçesi ile kuyumcusunu ziyaret edermiş. Kocası ölünce zaten çok da bir varlık kalmadığı, kalanın da adamın farklı çocukları arasında paylaşılacağı anlaşılmış ve Sabahat Hanım Teyze’ye de bizim apartmandaki oturduğu evle altındaki daire kalmış. O da dam altı ne de olsa bir evdir, diye köpeği Orfe’yi de alıp gelmiş. Hikaye böyle bir şeydi galiba. Bazı yerlerini atmış, abartmış, eksiğini tamamlamaya çalışırken sıradanlaştırmış olabilirim. Hatırladığım bir şey var ki, ben bir kere bile elimi uzatıp da Orfe’yi sevmedim. Halbuki Sabahat Hanım Teyze hiç ısırmayacağını, Orfe’nin kendisinin çocuğu gibi olduğunu, birlikte uyuduklarını söylerdi. Bunu, birlikte uyuduklarını duyanlar müstehzi, çaktırmamaya çalışarak gülerlerdi ve şimdi anlıyorum ki Sabahat Hanım Teyze hepsinin farkındaydı. Kimsenin onaylamasına ihtiyacı yoktu, o safhalardan geçeli çok olmuştu. Belki zamanında onun onaylamayacağı, kudreti yerindeyken olsa yanında tutmayacağı kişilere artık üstten belki bakmasa da aralarında mesafe olduğunu hissettirirdi. İyi ki, Orfe’si varmış.
Geçmişe bakınca bir kere bile başını okşamadığım için Orfe’ye borçlu hissediyorum kendimi. Orfe’yi geçtim mahallemizde dolaşan başka bir sürü köpeğin yok olmasını isteyecek kadar onların varlığına tahammülsüzlük öğretimin keşke daha önce yıkılmış olmasını diliyorum.
Zararın neresinden dönersem, kârdır ama gidecek daha çok yolum, öğreneceğim çok şey var. O yüzden şimdilik sokak hayvanları ile nasıl birlikte yaşamak mümkün oluru düşünüyorum. Bireylerin belki önce gönüllük, ama biz ne yazık ki yaptırımlı olanı daha iyi anlıyor ya da kabulleniyoruz, yasayla bu sürece nasıl dahil edilebileceğini düşünüyorum. Misal, ben bizim canı kısırlaştırdım, bir tane de sokaktan kısırlaştırmak zorunda olsam ve hatta onun aşılarını filan yaptırsam ama kimse onları bir yerlere götürüp sokaklardan barınağa sürgün etmese. Bilmiyorum. Henüz bu konuda toyluğumun farkındayım, aşırı duyarlıymışım gibi yapmayacak kadar, en azından kendime karşı, dürüstüm ve artık uyandım, ne yazık ki uyuyormuşum gibi de yapamam. Kolay işler değil bunlar.
Öyle yani…