Etiketler
Champs-Elysees, Gertrude Stein, kruvasan, LIDO, Luxembourg Bahçeleri, Montparnasse Bienvenüe, paris, Paris metrosu, Sorbonne, St. Germain
Hani, biliyorum…muhtemelen yarın ben de bu sıcağa lanet ediyor olacağım ama bugün kararlıyım, keyfini çıkaracağım. Yarın söz, sıcağa küfredeceğim.
Paris’e her zaman olduğu gibi iş sebebiyle gittim. Söz konusu iş olunca insan şöyle bir ferah ferah gezemiyor. Gezip gördükleri de koşturmaca içinde kaçak göçek oluyor. Benim bu gidişlerim bir bakıma, artık ne zaman olur bilmem, daha sonraki gideceklerimin ön hazırlığı. Mesela şimdi Paris’te metroyla bir yerden bir yere nasıl gidileceğini sorsunlar, takır takır anlatırım. Olaya öyle hakimim yani. Halbuki otelde concierge’de Paris metrosunun örümcek ağını andıran haritasını ilk elime aldığımda feleğim şaşmıştı.
Daha önceki yazıda zaten bir yeri göremediğimi yeterince yazmıştım. Yinelemeye gerek yok. Yediklerimi de anlatmamalıyım. Şunu bilesiniz ki anlatmamak için de çok zor tutuyorum kendimi. Hele bir şarap sevdalısı olarak içtiğim Bordeaux, Cotês du Rhone şaraplarını, Merlot’nun lezzetini, insanların sıcaktan telef olup 15.000 kişinin öldüğü 2003 yazının üzümlerinden yapılma şarapların damakta bıraktığı keyfi hiç anlatmamalıyım. Grubumuzdakilerin escargoları bayıla bayıla yemelerine, buzlar içinde servis edilen istiridyelerin tereyağı ve esmer ekmekle nasıl servis edildiğine, en başarılı steak tartarın L’Eccluse’da yeneceğine ama La Couple’daki karışımın da baharat açısından oldukça başarılı olduğuna, acıkılınca yol üstü bir kafede çikolatalı kruvasanı kahveye batırıp yemenin nasıl insanı rahatlattığına, Rotatouille ile servis edilen Antep fıstıklı Morina balığı sırtını yerken çocuklarla filmi her seyredişte damakta hayal edilen tadın gerçekten duyumsanmasının insanı nasıl mutlu ettiğine, aramızdan bazılarının iki porsiyon ördeği mideye indirdikten sonra mide fesadı geçirme tehlikesiyle karşıkarşıya kalıp uyumak için yüz mekik çekmesine, creme brulee’nin en mükemmelini hangi restaurantta yediğimize karar veremememize hiç ama hiç değinmemeliyim. Sadece ve sadece bu beş günün sonunda o çok övündüğümüz mutfağımızla aslında sadece beslendiğimizi, oysa dünyada birilerinin yemek yaparak gerçekten bir sanat icra ettiğini ve damak zevki anlamında onların yemek yediklerini söylemeliyim.
Pöff…ne berbat bir snobluk vesselam. Yapacak bir şey yok, doğruya doğru…
Malum, Paris’in kabereleri meşhurdur. Aziz yağmur yüzünden Camps-Elysees’de şöyle salına salına yürüyüp, üstüne müze gezer gibi Louis Vuitton’u dolaşamadıysak da bir gece LIDO’ya show seyretmeye gittik.
Fiyatını duyunca önce şöyle bir duraladık ama bir dahası olmaz diye cebimizden paraya kıydık. Gruptan birkaç kişi daha önce gördüklerini öne sürüp gelmedi. Ben de biraz paradan, biraz da gideceğimiz showun geç saatte olmasından tereddüt ettim. Neyse sonunda birkaç kişi gittik işte.
Yerimiz rezervasyon bizim adımıza bu konularda tecrübeli biri tarafından yapıldığı için çok güzeldi. En ön, en orta, en sevdiğimden.
Show için yorumlarıma gelecek olursak…güzeldi ama o kadar. Öyle çok etkileyici filan değildi. Bazı dansçı kızlar ve erkekler çok sıradan ve o showda olmaması gerekecek kadar uyumsuzdu. Kostümler etkileyiciydi. Dansçıların memeleri sanırım izleyen kimse üzerinde derin bir etki bırakmadı. Tavandan sallanan kumaşlarla gösteri yapan Ronaldo benzeri dansçının belki daha başarılılarını Adam & Eve otelde seyretmiştik. Baş bayan dansçı güzeldi ama öyle bir show için fazla soğuktu. Bir arkadaş yıllar önce seyrettiği showdaki kısa saçlı aktristin çok daha iyi olduğunu söyledi.
Asıl bir pandomimci ya da kuklacı, hangisi doğru niteleme emin olamadım, iki başlı bir heykel performansı yaptı, showun herhalde hepimizi en etkileyen kısmıydı.
Kostümler çok gösterişliydi. Belki sadece kostümleri seyretmek için bile gidilebilirmiş. Gittik, bizim de içimizde kalmadı.
http://www.youtube.com/watch?v=gjfAdsYnggs&feature=related
Altı üstü kongre merkezinden (Porte de Versailles) metroya binip Montparnasse Bienvenüe’de inecek ve yürüyecektim. Bazı günler yağmur yüzünden değil caddelerde yürümek, metroya kapağı atmak bile çok güçtü. Sonunda dün, yağmur arada tehditvari çiselese de, St Germain’e gitmeye azimle karar verdim. Bir gece önce LIDO yüzünden gece iki buçuk gibi yatmış, sabah da yedide kalkmıştım. Esasında yorgunluktan resmen yıkılıyordum. Neyse söylediğim yolu takip ederek önce Luxembourg Bahçeleri’ne sonra da Sorbonne’ a gittim, çocuklar için kapısına el sürdüm. St Germain’e gitmeye vakit kalmadı. Luxembourg Bahçeleri’nde havuzun kenarında en azından bir yarım saat oturabilmeyi isterdim.
Toparlayacak olursam Paris’e gittim, pek bir şey görmeden geri geldim. Yaptıklarımın yanında yapamadıklarımı, göremediklerimi sıralarsak;
– bir tane bile müze görmedim
– en azından Hüseyin Çağlayan’ın sergisini görseydim, olmadı
– Eyfel’in kenarından araçla geçtim, yanında bile duramadım
– Bir sabah Seine nehrinin kenarında yürüyüp, Paris’in sabah mahmurluğunu göremedim
– Galerie La Fayette’te dolaşıp alış-veriş yapamadım
– Champs-Elysees’de yürüyemedim
– Notre Dame Katedrali’nde bir mum yakamadım
– Bastille’e gidip bugünkü demokrasimiz için şükredemedim
– St Germain’de şöyle bir kafede oturup doya doya üstatları geçmişe dair hayal edemedim
– Gertrude Stein’ın anısına 27 Rue de Fleurus’u bulamadım.
*
Öyle ya da böyle geçti gitti. Bana da İstanbul akşamında balkonda oturup kadehimde gözyaşları ağır ağır süzülen yakut renkli, dolgun tatlı Cotês du Rhone’umu yudumlarken bu satırları yazmak kaldı.