Etiketler
Atlantis otel, çöl, burj khalifa, Dirhem, Dubai, dubai mall, the palm jumeirah
Uzun zamandır gezi yazısı yazmıyordum, sevgili okur. Gezmediğimden değil de, ne bileyim… pek içimden gelmiyordu. En son Amsterdam’ı yazmıştım galiba. Aslında Amsterdam sonrasında yurtdışına da çıkmadım. Aradakiler yurtiçindeydi, yazacak ilginç bir şey yoktu.
Dubai çok ilginç miydi, diye soracak olursan samimiyetle, değildi, demeliyim.
Oldum olası tarihsiz şehirleri sevmiyorum. Buna Şanghay da dahil derken, eski Şanghay’ı hariç tutuyorum elbette.
Dubai dediğimiz yer çölün kenarına kurulmuş, gökdelenlerden ibaret bir yer.
Baştan başlayayım, uçağın inmesinden sonra mesela.
Yok, hatta daha öncesinden İstanbul Atatürk Havaalanı CIP’den.
Bizim CIP her gittiğimde dudak uçuklatıyor. Bu seferki olay bence, peynir servisi arabasıydı. Şaraplar zaten çok güzel, yiyecekler de öyle. Bir de buna peynir çeşitlerinin iri taneli kırmızı üzüm eşliğinde servisi eklenince acayip bir şey olmuş. İnsanın oradan vallahi çıkası gelmiyor.
Dört buçuk saatlik yolculuğun sonunda Dubai’ye saat 02:30 sularında vardık (arada 2 saat farkı var, yani burada 04:30). Ne kadar hazırlıklı olursam olayım, beyaz entari altında terlikli pasoport kontrol görevlilerini görmek benim için bayağı şok edici oldu. Entari değil de, terliklere takıldım. Nihayetinde devlet memuru, ayağında şıpıdık terlikler… Yazın kim hangi işte çalışırsa çalışsın, terlikli olunmasını oldum olası ciddiyetsiz bulduğumdan olsa gerek bu kılığı fazlasıyla yadırgadım.
Pasaport sonrasında Çinli bir kız beni karşıladı. Evet, Çinliler Dubai’de de çoktu. Benimle aynı uçaktan inmesi gereken ama inmeyen üç kişiyi kırk beş dakika kadar bekledik. O arada su aldım. Dolar verdim, para üstü olarak dirhem aldım. Böylece tanışmış olduk.
Otele girişimi yaptım. Beni yukarı, odama çıkaran bell boy (ki ananemin deyimiyle heyûla gibi bir Arap’tı) otel hakkında bilgi vermek istediğini söyledi, işe asansörlerin 0-35, 35-70 katlar arası çalışmak üzere ikiye ayrıldığını söyleyerek başladı. Toplasan, on cümle kurmadı ama hepsi “biz” dilindeydi. Öyle ki, az daha konuşmaya devam etse zatın Mr Marriott’un gayrimeşru çocuğu olduğuna kanaat getirecektim.
Odam 48. kattaydı. Yatağa girdiğimde saat 04:30 idi. İki saat sonra uyanıp evi aradım, her ihtimale karşı uyuyup geç kalmasınlar diye. Sonrasında uykulu uyanık 11:30 a kadar yattım. 12:00 de oda servisini arayıp kahvaltı – öğle yemeği niyetine çizburger söyledim. Saat 13:40 da odadan çıktım ve 15 dakika dolmuş bekler misali asansör bekledim. Arap’ın dediği gibi asansörleri ayırmasalarmış herhalde sağlam yarım saat beklerdim. Saat 14:00 de başlayan toplantı 17:30 da bitti, shuttle’a bindik arkadaşlarımızla buluşmak üzere Dubai Mall’a gittik.
Dubai Mall denilen yar bizim İstinye Park’ın herhalde yedi katı büyüklüğünde filandı. Arkadaşlarımızla buluşacağız ama nasıl olacak bilemedik. Burj Khalifa kapısından girince Chanel’in önündeyiz, dediler. İçeri girdikten sonra en az üç kere haritaya baktık ve sonunda Chanel’i bulduk. Yemek rezervasyonumuza zaman olduğu için Armani Cafe’de birer kahve içtik. O sırada fiyatlardan, döviz kurundan konuşmaya başladık. Bir doları arkadaşlarımız otelde 3,5 Dirhem’e bozdurmuşlardı, 1 Dirhem kaç liraydı? O zaman 2 dirhem… dedi arkadaşımız, 1 çekirdek dedi diğerimiz. Biz kahkahalarla gülerken arka planda çalagelen elektro müzik sustu, şefkatli bir erkek sesi tanıdık ama emin olamadığımız, yavaş makamdan bir eseri seslendirmeye başladı. İkinci Allah-ü Ekber’de ezan olduğundan emindik. Yine de tuhaf geldi, zira alışık olduğumuz gibi bir ezan değildi, adamı dövmüyordu. Okuyan sanki kendini ılık, güneşli bir günde durgun bir denizde, gözleri kapalı, sırtüstü suyun devinimine kayıtsız şartsız bırakmış gibiydi.
Akşam yemeği için taksiye bindik. Yirmi beş dakika sonra o anda meşhur olduğunu öğrendiğim, öncesinde zinhar haberdar olmadığım The Palm Jemeirah’ta Atlantis Otel’e geldik.
Bu Atlantis Otel de pek meşhurmuş ben bilmiyormuşum.
Atlantis Otelin lobisinde karşınıza içine türlü çeşit deniz canlısı yerleştirilmiş bu camdan dev şekil çıkıyor.
Atlantis Otel’in en önemli özelliği içindeki dev akvaryum.
Bahçede, İtalyan Restoran’ında gördüğüm en büyük mozerellayı bölmeye çalışırken arkadaşlarımdan biri ortamın çok hoşuna gittiğini, kendisini Meksika’daymış gibi hissettiğini söyledi. Hiç gittin mi Meksika’ya, diye sordum. Yoo… ama bana orayı çağrıştırdı, dedi. Yemek boyunca sahilden müzik geliyordu, yemek bitince kalktık gittik bakmaya. Özel partiymiş, öyle uzaktan baktık, geri döndük.
Odama girdiğimde saat 22:30 du. Biraz Virginia ve Vanessa’yı okudum, uyudum. Saat 04:45’de uyandım, havaalanına gitmek üzere otelden çıktım.
Uçağa binmeden cüzdanımdaki son Dirhem’lerle bir şişe Evian su aldım.
Öyle yani…