Okuma listelerini yayınladıktan sonra yine okuduğum kitapların biriktiğini gördüm. Son yıllarda ne okuyacağım konusunda oldukça seçici davranıyorum. Özellikle kurgularda, kötü yazılmış metinlerle vaktimi harcamaya tahammülüm hiç yok. Belki bir kusurdur ama Türk yazar çok çok az okuyorum bu seçicilik yüzünden. Yazılanlar, basılanların hepsinin kötü olduğunu söylemiyorum ama benim ihtiyacımı ne yazık ki ortalamanın altı karşılamıyor. Tabi bir de Türk yazar okumamamın altındaki temel nedenlerden biri hep daha fazla yeni (mekan, ülke, kültür, düşünce, günlük yaşam, tarih) şeyler öğrenmek istiyor olmam. Mesela, Türk tarihi bir romanı ele alalım. Kabul, Türk – Türkiye tarihi konusunda master derecem yok ama en azından tüm yaşamım boyunca Selçuklu – Osmanlı – İnkılâp tarihi sağlam üçer kere üstümden tıpkı sizler gibi boca edilmiştir. Keşke bize birazcık da olsa dünya tarihi öğretselerdi ve belki de böylelikle kendi tarihimize de başka bir gözle bakabilme yetisi edinebilirdik.

Diğer taraftan, günlük yaşam desem… bizim insanımızın samimiyeti, güzelliği, madrabazlığı, yerine göre işine geldiği gibi davranması, en eğitimli ve kültürlüsünün bile içine kazınmış köylü kurnazlığı, azmi, beyaz yakalısının snobluğu, işçisinin sömürülme düzeni, vs filan da bana yetti.

Uzun lafın kısası, aç olduğum konuları okumak beni daha fazla mutlu ediyor. Minimalist tarzı zevdiğimi hep söylüyorum. Süslü laflardan, okuru becerisiyle etkilemeye çalışan yazarlardan hazzetmiyorum. Bu aralar İskandinav yazarlarla ilgili olmamın sebeplerinden biri de sanırım bu.

Yakın zamanda kısa aralıklarla, Roy Jacobsen’in birbirinin devamı niteliğinde çok güzel iki kitap okudum. Size bugün onlardan bahsetmek istiyorum.

Malum, evde kitap açgözlülüğünden yaklaşık iki yüz tane kadar okunmayı bekleyen kitap var ve alım hep devam ettiği için her ne kadar okunsalar da sayıları azalmıyor, artıyor.

Bu kitaplardan birini elime aldığımda satın alınması üzerinden o kadar uzun zaman geçmiş oluyor ki, neyin bu kitabı o rafa bana koydurttuğunu hatırlamıyor oluyorum.

Görülmeyenler de işte bu ne zaman, ne sebeple alındığı bilinmeyen kitaplardandı.

Daha ilk bölüm, ilk sayfada dikkat kesildim. İlk bölüm bittiğinde ise anlatı beni kendine bağlamıştı.

Lofoten diye bir yeri bu kitapla öğrendim, aslında bildiğim adından haberdar olmadığım bir yerdi Lofoten.

Çocukken orta atlasa ne kadar bakardınız, bilmiyorum. Ben saatlerimi  geçirebilirdim. Lofoten, hani Norveç’in sahil kenarında minnacık sayısız adalar vardır ya, işte oraya deniyor. Bu adaların bazılarında tek aile ya da en fazla birkaç aile birlikte yaşıyormuş, bunu yeni öğendim. Görülmeyenler’de Barrøy adasında, Hans Barroy ve onun beş kişilik ailesinin 1913 – 1928 yılları arasındaki hayatı anlatılıyor. Aslında Barrøy adası da ailenin bir ferdi, altıncı bir karakter olarak alt metinde sürekli varlığını hissettiriyor.

Anlatının güzelliklerinden biri hep aynı ritmde akması, ancak bunun okurda monotonluktan kaynaklı bıkkınlık yaratmaması. Bir süre sonra, ben kendim için söyleyebilirim ki, okur da adaya dahil oluyor bir şekilde. Metin bunun için çok müsait ve oldukça davetkâr. Öyle ki, Barbro’nun yanına oturup ağ örmek ya da Maria’yla ağlardan gelen Ringa balıklarını ayıklamak ve tuzlamak sanki okurun da günlük yaşamının bir parçasıymış gibi hissediliyor. Dikkatimi çekenlerden biri de adaya yeni yaşamlar eklenip başkaları eksilirken ya da mevsimler dönüp beklenmedik olaylar meydana gelirken bile anlatı hiç kesintiye uğramadan, aksamadan ve o ritmini koruyarak okuru sarsmadan, ılık bir akşamüstü sakin suda seyreden bir kayık misali devam ediyor. Anlatmayı becerebiliyor muyum, emin değilim ama bu durum insana çok iyi geliyor.

İkinci kitap olan Beyaz Deniz’de ana karakter Görülmeyenler’de Barrøy ailesinin, Hans ve Maria’nın küçük kızı Ingrid’nin otuzlu yaşlarındaki hali olsa da benim fikrim Beyaz Deniz’in tam bir ikinci kitap olma tanımını karşılamadığı yönünde.  Yani, anlatı ilkinde kaldığı yerden devam etmiyor. Mekan aynı, bazı karakterler ortak ancak anlatının temel izleği farklı. Aslına bakılacak olursa belki de Beyaz Denizi önce ve Görülmeyenler’i sonra okumak da bambaşka bir deneyim sunabilir. İki kitap bunun için çok elverişli.

Beyaz Deniz’de ilgimi en çok çeken şeylerden birisi, II.Dünya Savaşı’nın Lofoten’deki etkileriydi. O basit hayatların savaştan nasıl etkilendiğini görmek şaşırtıcıydı. Çünkü kuzeyde, az ilerisi kutup olan, adacıklardan bahsediyoruz. Zaten yaşayanları temel ihtiyaçlar üzerinden hayatlarını idame ettirirken (savaş öncesi ısınmak için tezek yakarlarken,  yemek içinse patates – balık pişirirlerken ) savaşın yaşamı alt-üst eden yönlerinin bu hayatları bile yaşanılamaz hale getirişini, olumsuzluklar zirve yapmışken nasıl olup da içinde bir şekilde aşkın var olabildiğini yazarın tüm zerafetiyle ve hiç kelime israfına girmeksizin anlatışına hayran olmamak mümkün değildi.

Tam da burada işte çevirmen, Deniz Canefe, tüm övgüleri hak ediyor. Bu iki kitabı okurken bir kere daha yazar kadar çevirmenin de ne kadar önemli olduğunu, çevirmenin her iki dile hakimiyetinin nasıl fark yarattığını ve bu iki dili bilmekten öte dilin var olduğu yaşamı, kültürü bilmenin katmadeğerini gördüm.

Kitaplardan, arka kapaklarda da olduğunu altlarını çizdikten sonra gördüğüm iki cümleyi buraya da yazayım ve bitireyim.

Görülmeyenler – “Kimse bir adayı terk edemez…”

Beyaz Deniz – “Bir adada yaşamak aramaktır.”

Görülmeyenler ve Beyaz Deniz’i okuyun derim, aralarındaki süreyi çok açmayın ama birinden diğerine geçerken de birbirlerine zaman tanıyın.

Öyle yani…